1925’te New York’ta yayımlanmaya başlayan The New Yorker, 100. yılını Netflix’te gösterime giren kapsamlı bir belgeselle kutluyor. The New Yorker at 100 adlı belgesel, derginin bir asırlık yayıncılık serüvenini yalnızca kronolojik bir tarih anlatısı olarak değil, modern gazeteciliğin nasıl şekillendiğini gösteren bir editoryal belge olarak ele alıyor.
Belgeselin yönetmenliğini, Street Fight ve If a Tree Falls gibi politik belgeselleriyle tanınan Marshall Curry üstleniyor. Yapım, Apatow Productions ortaklığıyla hazırlandı. Dünya prömiyerini 2025 yazında Telluride Film Festivali’nde yapan belgesel, 5 Aralık 2025 itibarıyla Netflix’te küresel olarak izlenebiliyor. Anlatıcı koltuğunda ise Julianne Moore var.
The New Yorker at 100, derginin kurucusu Harold Ross’un “acele etmeyen dergi” fikriyle başlıyor. İlk sayılardan itibaren benimsenen uzun metin ısrarı, imzasız yazı geleneği, titiz fact-check sistemi ve kapak-karikatür kültürü belgeselin ana omurgasını oluşturuyor. Derginin yalnızca edebiyat ve kültür alanında değil; siyaset, savaş, toplumsal hareketler ve kriz anlarında nasıl bir yayın refleksi geliştirdiği de örnek metinler üzerinden anlatılıyor.

Belgeselde, The New Yorker tarihinde iz bırakmış isimlerin arşivleri öne çıkıyor:
E.B. White, J.D. Salinger, James Baldwin, Hannah Arendt, Susan Sontag, Joan Didion gibi yazarların dergiyle kurduğu ilişki; metinler, ses kayıtları ve editoryal notlar üzerinden aktarılıyor. Özellikle John Hersey’nin Hiroshima dosyasının dergi tarihinde yarattığı kırılma, belgeselin en güçlü duraklarından biri.
Yapımın dikkat çekici yönlerinden biri, derginin bugünkü üretim sürecini de görünür kılması. 100. yıl özel sayısının hazırlanışı, editoryal toplantılar, yazıların defalarca elden geçmesi ve The New Yorker’ı efsaneleştiren fact-check departmanının çalışma biçimi ilk kez bu kadar yakından gösteriliyor.
Belgesel, The New Yorker’ın neden hâlâ “önemli” sayıldığını da net biçimde ortaya koyuyor:
Uzun anlatı gazeteciliğini ana akımda tutabilmesi, hız ve tıklanma baskısına rağmen editörlüğü merkeze alması, popüler kültürle entelektüel düşünce arasında kalıcı bir denge kurabilmesi ve güncel olana refleksle değil bağlamla yaklaşması.

Elbette yapım tamamen bir kutlama filmi. Derginin elitist dili, temsil tartışmaları ya da tarihsel kör noktaları eleştirel bir mesafeyle değil, daha çok “içeriden” bir bakışla ele alınıyor. Buna rağmen The New Yorker at 100, bugün dergiciliğin neye dönüştüğünü görmek isteyen herkes için güçlü bir referans sunuyor.
Kısacası bu belgesel, bir derginin hikâyesinden çok, editoryal sabrın, yavaşlığın ve cümleye inanmanın hâlâ mümkün olup olmadığını soruyor.
The New Yorker, dergi yapmanın yalnızca “içerik üretmek” olmadığını 100 yıldır hatırlatan nadir örneklerden biri. Biz belgeseli izledik, çok sevdik. Tavsiye ederiz.