Tevazu?
Alçak gönüllülük?
Zarafet?
Sebat?
Diğerkâmlık?
İnat?
Ketumiyet?
Dürüstlük?
Tabii ki “hepsi” diye bir şık var. Ama acaba o tek kelime hangisi? Seba o kelimelerden en çok hangisini hak etmişti? Tevazuluğuna ilişkin onu tanıyan her insanın bir öyküsü var. Kimi –ki aralarında benim 11 yaşındaki oğlum da var- minikler karşısında önünü ilikleyerek ayağa kalkan bir İstanbul beyefendisi vardı. Türkiye’nin en büyük kulübünü yönetirken de kamuoyunun saygısını kazandığı o emeklilik günlerinde de aynı tavrı sergilerdi. Tanıştığımızda “başkanım” diye hitap etmemle dalga geçmiş, “amaaaaan boş ver, geride kaldı o günler, sen bana ‘Süleyman Abi’ diyeceksin” diye ısrar etmişti. Hiç fark etmez, “baba” desek gönlümüzü titretecek o insana “abi” deme payesini bize layık görmüştü. Görgü kurallarını değil, içinden geleni yaşıyordu. Misafirinin ayağına terlik getiriyor, başkanlığı döneminde dükkân dükkân esnafı ziyaret edip, çay içiyor, Beşiktaş’ın ekonomik krizini çözmek için eline piyango bileti alıp satmaya gidiyordu. Alçak gönüllülük ile tevazu arasındaki o incecik çizgide bir kişilik vardı. Süleyman Seba başkanlığı döneminde makam aracına sahip olmadı.
En önemli görüşmelerine taksi tutar giderdi. Beşiktaş yöneticilerinin “ama bu kadar da olmaz ki” diye isyan ettiği zamanlarda o yöneticilerin özel araçlarını makam aracına dönüştürmüştü. Yukarıda andık ya, Beşiktaş için sattığı o piyango biletlerinden kulübe iki Kartal araba kaldığında, “Beşiktaş’ın malıdır” diye binmemişti. Her zaman temiz, ütülü ve şık giyiminde ancak birkaç takım elbiseye maaşı yettiği için kulüp kendisine yeni giysiler aldığında, kızgınlıkla iade etmelerini istemişti. Giysinin ne önemi vardı? Masasında her meslekten, her inançtan, her gelir grubundan insan vardı. Gönül insanıydı. Kulüp başkanıydı ama Beşiktaş’a birlikte sahip çıktığı hizmetliler çay ve tavla arkadaşıydı. Kapıdan son çıkan olmak maharetti. O da mahir bir çelebiydi.
Zarafet, Süleyman Seba’ya çok yakışıyordu. İlk gençlik yıllarının sevgilisi de zarif, ince delikanlıyı anıyordu.
Futbolu bıraktığı dönemdeki “İdealist Grup” arkadaşları da büyüğüne saygılı o çalışkanlığı hatırlıyordu. Yöneticiydi. Futbolcuların gece hayatını kendine dert edinmişti. Beşiktaş’ın bıçkın hovardası, bilek sihirbazı Yusuf Tunaoğlu’nu Boğaz’da sabaha karşı bastığında, Yusuf’un süs havuzuna yattığını ve üstünü örttürdüğünü biliyordu. Ama ne kadar kızgın olursa olsun, futbolcusunu utandırmamak bir zarafetti. O havuzda olduğunu bile bile “Söyleyin o hergeleye, buralara gelmesin” diye bağırmış ama yakalamamıştı.
Futbolun zarafetinin adına fair play denirdi. Ali Şen’in İnönü’de protesto edildiği bir maçta, yanı başındaki misafirine söylenenlere içerlemiş, şeref tribününü terk edip, bağıranların yanına gidip oturmuştu. Misafire öyle şey denir miydi? Şampiyonluk kupası kaldırılıp neşeyle İstanbul’a dönüş yolunda aynı uçakta olan rakiplerine saygı için kaptanı çağırmış, “Söyleyin çocuklara sevinçlerini uçakta belli etmesinler. Rakip üzülür. Saygılı olun” diye uyarmıştı. Sahi o yaşadığımız dünyanın insanı değil miydi?
Bir kulüp düşünün. Yönetimine geliyorsunuz, bütün gelirlerine temlik konuluyor. Yani geliri elde ettiğinizde birileri “borcuna karşılık” diyerek el koyuyor. Üstelik bunu hasmın değil, önceki yönetim yapıyor. Yani ortada para yok. “Şanlı tarih” diyorsunuz. Ortada kupa da yok. Beşiktaş tarihinin pek çok değerli kupası, şampiyonluk şiltleri oraya buraya savrulmuş. Bulunamıyor. Ortada bina yok. Zira Beşiktaş’ın bir kulüp binası yok. Seba o seçildiği gün ilk kez bir tapuyu havaya kaldırıp, Akaretler’deki arsayı Beşiktaş için tescil ettirdiklerini gösterdiği içindir ki seçilmiş. O da verdiği sözü tutmuş ve hemen inşaata başlamış. Bina olmayınca da Sıraselviler’de bir apartmanın ikinci katında bir masa ve bir sandalyeden oluşan “kulüp binasını” kendine mesken edinmiş. “Mesken edinmiş” diyoruz ya abartmıyoruz. Yöneticileri günün 16-18 saatini Beşiktaş’ın ihtiyacı olur diye o masada geçiren bir başkandan söz ediyoruz.
İşte bu ahvalde başlayan başkanlık yıllarında belki de en hassas –hasis de diyebilirdim- olduğu şey Beşiktaş’ın parasıydı. Metin Tekin’in “dünyanın en pahalı kuru Beşiktaş lirasıydı” dediği o “cimrilik” içinde Beşiktaş’ın her kuruşunun değerini bilerek adım adım önce borçları ödüyor, sonra gelirini artırıyordu. Beşiktaş için harcanan her kuruşun hesabını sorardı. Kulübü geç saatte kapatırken elektrikleri eliyle söndürürdü. Takımın giderek en pırıltılı isimlerinden biri hâline gelen Sergen’in sırtını sıvazlamak için piyangodan elde kalan Kartal otomobillerden birinin otobüsle antremana gelen Sergen’e verilmesi istendiğinde, “sözleşmesinden keserim” diyecekti.
Son dönemine girdiğinde Beşiktaş, Türkiye’nin en çok tesisi olan takımıydı. İlginçtir, ondan sonraki üç başkan da onun geride bıraktıkları ile yöneticilik yaptı. Onun bıraktıkları dışında Beşiktaş’a bir tesis kazandıramadı. Dahası Beşiktaş’ın borcu olmadığı gibi kasasında üç milyon doları vardı. O günün koşullarında öyle iyi bir paraydı ki akbabalar kulübe üşüşmesin diye bilanço makyajlanmak zorunda kalınmıştı. Sebat, Seba’ya yakışmıştı. 16 yıllık icraat döneminin sonunda, kurdurduğu Beşiktaş Müzesi’nde 23 kupa daha vardı. Bu kupalardan 5’i lig şampiyonluğu, 8’i Türkiye kupasıydı. Diğerkâmlık, kitapta “Beşiktaş’ın Dervişi” diye nitelenmişti. Yaşamının merkezinde Beşiktaş vardı. Kendisini, yaşam tarzını, tüm inancını, hedefini ve ikbalini Beşiktaş için harcamıştı. Memurdu. Hayattaki tek serveti olan evini bile Madida’nın transferinde ipotek ettirecek kadar adanmışlıkla hareket ediyordu. Peki o Beşiktaş’tan bir başkan olarak ne elde etmişti? Popülarite? Çıkar? Devlet ve özel sektörle akçeli avantajlar? Siyasi nüfuz? Akraba ve çevresine torpil? Hiçbiri ama hiçbirine sahip olmamıştı. Kendisini tanıdığımda “üç aylığımı aldığımda aileni yemeğe çıkaracağım” diyen bir “abi”ye sahip olmuştuk. Bizim inatçı bir “abimiz” ve başkanımız vardı. Çocukluğunda babasının da mezun olduğu Galatasaray Sultanisi’nin Mülkiye’ye uzanan “hayatta başarı garantili diploma” ikbalini elinin tersiyle itmiş, “ben mahalle arkadaşlarımın okuluna Kabataş’a gideceğim” diyerek inat etmişti. Sevdalandığında, “gelenek Abhaz bir kızla evlenmeni gerektirir” diyen büyüklerine “o hâlde ben de evlenmem” diyerek isyan etmiş ve yaşamı boyunca evlenmemişti. Futbolcu olduğu dönemdeki yöneticilerden “Arap Sadri”nin bir lafına kızmış, eve gelip eşyalarını toplayıp annesine sadece “ben askere gidiyorum” diyerek haber vermişti. Kimi zaman yöneticilerini çaresiz de bıraksa inat ettiğinden vazgeçmemişti. Beşiktaş’ın efsanesi Feyyaz’ı siyah beyaz renklerden uzaklaştıran biraz da o inat ve prensipler değil miydi?
Türkiye liglerinde ve Beşiktaş’ta memur başkan kuşağının son temsilcisiydi. Memur gibi yaşamış, memur gibi kulüp yönetmişti. Memur dediğin borçtan korkardı. Beşiktaş’ın borçlarını sıfırlamıştı.
Memur dediğin ayağını yorganına göre uzatırdı. Lüks ve israftan kaçınmıştı. Memur dediğin yoktan var ederdi. Beşiktaş gençlerine güvenmiş ve Metin, Ali, Feyyaz, Ulvi, Gökhan, Şifo, Rıza vd. Beşiktaşlılara “asrı saadet” dönemini yaşatmıştı. Gençlere güvenmek cesaret isterdi. Seba’da o cesaret ziyadesiyle vardı. Memur dediğin sır saklar, kol kırılsa da yen içinde kalırdı. Hele ki o memur “daire”de çalışıyorsa daha da ketum olmalıydı. Gazeteci Ahmet Çakır Günaydın için söyleşisinde, defalarca “siz ne iş yaparsınız?” diye sorduğunda her defasında “Başbakanlık’ta diyoruz ya kardeşim” yanıtını almıştı. Oysa “Daire” dedikleri, Milli İstihbarat Teşkilatı’ydı. MİT’in ünlü kırk numarasında, – yani sonraları yanan Cağaloğlu’ndaki Milli Eğitim Müdürlüğü binasının kapı numarası 40 olduğu için öyle denirdi.- Seba, o dairede göreve başlamış ve tam 40 yıl boyunca MİT’te çalışmıştı. Öldüğü güne kadar “memlekete hizmet ettik” dışında hiçbir bilgiyi paylaşmamıştı. Ketumiyeti sadece mesleğe özgü değildi. Yaşamı boyunca sevdalarını da aynı biçimde gizlemişti. Sevdalandığı kadınların aileleri bile o sevdalara saygı duymuş hatta uğruna hiç evlenmediği o kadın yaşamını yitirdiğinde ailesi taziye kuyruğunda onun da yer almasını istemişti.
Ve dürüstlük. Futbolda dürüstlüğün farklı tanımları vardı. Seba’nın tarihe kazıdığı “şerefli ikincilik” kavramının meali aslında “maç sahada kazanılır”dı. Başka hiçbir “kazanca” itibar edilmemeliydi.
Beşiktaş’ın ortalığı silip süpürdüğü dönemde, “hakemler Beşiktaş’ı koruyor” diyen Galatasaray’ın genç ve hırslı yöneticisine verdiği cevapta, ilkelere verilen önem vardı. “Hakemlerin Beşiktaş’a teveccühünü hissedersek, takımı liglerden çekeriz” diyordu. Futbol dışı hiçbir yola tevessül edilmezdi. Beşiktaşlılık duruşu bunu gerektirirdi. Beşiktaş, şampiyonlara verilen ek ödeneklerden yararlanırken, yani üç büyükler parsayı toplarken itiraz etmiş ve “bir büyük daha var” diyerek, Beşiktaş’ın gelirlerinin azalması pahasına Trabzonspor’u o havuza dahil ettirmişti. Dürüstlüğüne öylesine güvenilmişti ki borç istediğinde kimse ona senet sepet sormamıştı. Zira ağzından çıkan sözdü. O da sözünde duran Başkan Süleyman Seba’ydı.
İşte böyle… Gidenin ardından sevgi ve özlemden başka şey okumadınız. Çünkü giden sadece Süleyman Seba değil, yukarıda tek tek saydığımız değerler ve o değerlerin vücut bulduğu bir adam gibi adamdı.
