Toksik erkeklerden nefret ederim. Seda Sayan’ın erkekleri sınıflandırarak nefretini ayrıştırdığı stratejisi yakın, Saint Levant’ın göçmenliği kalbimin tam ortasında. Tabii romantik biri Saint Levant, Marwan ya da. O kadar romantik bir prens ki onu toksik biri olarak hayal etmek zor. İstanbul’daki konseri beni ona, Spotify’da en çok dinlediğim şarkıların birinci sırasında olan On This Land şarkısı kadar yaklaştırıyor. Çok daha ötesinde bir göçmen olarak yakınlık kuruyorum onunla. Volkswagen Arena’ya girmeden önce herkes kefiyesini takıyor. Fransız ve Cezayirli bir anne, Filistinli ve Sırbistanlı bir babanın oğlu Saint Levant. Marwan Abdülhamid adını taşıyor aslında, Kudüs’te doğuyor, 2007’deki Gazze Savaşı’nın ardından ailesiyle Ürdün’e kaçıyor. Saint Levant’ın yolu Los Angeles’a, Filistin’e, Fransa’ya çıkıyor; her göçmen gibi yerlerin ve herkesin insanı. Arapça, Fransızca ve İngilizceyi harmanladığı şarkıları, Orta Doğu estetiğini yeniden şekillendiriyor; “Haifa in a Tesla” şarkısında Hayfa’ya dönmekten bahsediyor. Yanında Edward Said ve Bella Hadid olursa elbette. Nasıl bir hayal kuruyorsa, bir nevi gerçek oluyor.
Edward Said’in Batı eleştirisi, Saint Levant’ın şarkılarında hayat buluyor. Doğu’nun ötekileştirildiği yerlere uzanan macerasında Filistin ve Cezayir’den kopmuyor, vazgeçmiyor. Konserin arka sıralarında, darbuka seslerinin arasında Gazze’deki savaşı anıyor Saint Levant. Sanatı, çocukluğunda Filistin’in başkanı olmayı hayal eden birinin aktif mücadelesini yansıtıyor. “From Gaza With Love” şarkısında Gazzeli olduğunu, sevgiyle dolup taştığını ama geri dönse kendini yine turist gibi hissedeceğini söylüyor. Çünkü yalnızca bir Filistinli değil artık; Berlin’de, Londra’da, İstanbul’da konserler veriyor. Dünyanın her köşesinde bir Saint Levant hayranı yoksa, Edward Said bunun hakkında ne düşünüyor olabilir?
Dolapdere Big Gang’in yokluğunda yalnız kaldım
Konserde sevgilisi Naika’dan ayrıldığını duyunca çok üzülüyorum. Öyle üzülüyorum, içim acıyor ki anlatamam. Kendinden emin Saint Levant, konsere kimin geldiğini, nasıl bir kitlesi olduğunu çok iyi biliyor. Kameralara oynayışına bakıp sinirle dolmak istiyorum ama tek hissettiğim heyecan. Uzun çaları Love Letters’ı İstanbul’daki sahnesinde önceliklendirdiği için kalbim kırık kalsa da Filistin’e dair verdiği mesajlarla gönülleri bayram kılıyor Saint Levant. Bir aşk adamı sahnede, saksafonu onunla dans eder gibi çalıyor. Konserin ikinci yarısında Dolapdere Big Gang’in sahneye çıkacağı hayalini kurarken dinleyiciyi Boiler Room performansından aşina olduğumuz DJ setle baş başa bırakıyor. Baş başa dediğime de takılmamak lazım; sahnede döktürüyor, zenne olmayı pekâlâ değerlendirmesi de mümkün. Diyorum ya, Saint Levant dinleyici üzerindeki etkisinin farkında. Onu görmek, izlemek isteyelim yeter ki. Fakat kıvrık bıyıklarının, rengarenk pijamalarının ve engin bakışlarının arkasında hala bir diaspora beyefendisi var. Hayatta kalmak için açık fikirli olmaya inanan Saint Levant’ın şarkı sözleri ailevi bağlara, Orta Doğu’daki yaşamın yansımalarına odaklanıyor.
Oryantalist olmaktan çok uzak
Arapları, kalıplaşmış sözlerin ve fikirlerin dışına çıkarmak istemesi de bu yüzden. Nostaljik bir özlem içinde şarkılarında, itiraflar yapmaktan çekinmiyor. Esas amacının daima ve sürekli, hiç bıkmadan Filistin hakkında konuşmak olduğuna işaret ediyor. Müzik kariyeri de ifade özgürlüğünü rahatça kullanabilmesi için bir platform. Konserde Filistin halkını destekleme çağrısı yapıyor, bu çağrıyı var olduğu her sahnede tekrar ediyor. Filistin ve Cezayir’in kültürel tarihine ışık tutmayı amaçlayan aktivizmi, sanatından önce gelmiyor fakat sanatı aktivizmini dönüştürerek özgün bir ses olmasını sağlıyor. Oryantalist bir bakış açısından uzak olması da toksiklik seviyesinin yüksek olmadığının kanıtı. Zira tersi olsa, kaderi onu İstanbul’a sürükler miydi? Dürüst bir iletişimci kendisi. Olduğundan farklı görünmeye, Orta Doğu müziğini Batı’nın bakış açısına sığdırmaya çalışmıyor. Darbuka mı? Evet. Ud mu çalması gerekiyor? Çalıyor.
Saint Levant, Batı merkezli bir Orta Doğu müziği yapmıyor; Orta Doğu’nun müziğini olduğu gibi söylüyor. Batı severse, ne âlâ. Majd Al-Waheidi’nin NPR için yaptığı röportajda şarkısı “Deira”yı, hüznün ve sevincin ortasında bir yerde tanımlıyor. Babasının Gazze’de inşa ettiği otelin ismi Deira aynı zamanda. O günlerde çimento bulmak ne kadar zorsa, çamurdan yapılan bir otel Deira. Saint Levant, kariyerinin ilk yıllarında kültürlerin, ulusların ve sınırların ötesinde bir simgeye dönüşürken yakışıklılığından da ödün vermiyor. Söyleyecek şarkıları dolu dolu, sahnede yankılanan mücadelesi sürüyor. Ud çalabiliyor demiştim değil mi?