Üç baba… 1960’ların sonundan bugüne kadar gelen bir macerada arabeskin ana yolunda giderken zaman zaman farklı yollara girip çıkmış, ilk anda birbirlerine benzedikleri düşünüldüğü hâlde pek de benzemeyen, yan yana durmayan, ama bu uzak görüntü içinde aynı dünyayı, aynı “değerler manzumesi”ni, aynı ruh hâlini yansıtan üç adem.
1999 yazı, depremden iki ay önce. Frankfurt’a 70 km. uzaklıkta bir Alman köyündeyim. Batı kültürünü benimsemiş bir liseden mezun olmuş, yine yüzünü Batı’ya dönmüş bir üniversitede okuyorum. En yakın arkadaşım orada bir fabrikada staj yapıyor, ben de fırsattan istifade Almancamı ilerleteyim diye ona eşlik ediyorum. Sabahları fırından “Bretzel” alıp otobüse biniyorum. Elimde Albert Camus’nün “Yabancı”sının Almanca baskısı, Discman’den müzik dinliyorum: Orhan Gencebay Klasikleri. “Batsın Bu Dünya”, “Bir Teselli Ver”, “Hatasız Kul Olmaz”, “Beni Böyle Sev”…
21 yaşındayım. Mağdur değilim. Mazlum değilim. İyi koşullarda yaşadım, iyi okullarda okudum, gelecekten ümitsiz değilim. Ama -üstelik henüz entelijansiyayla buluşmadıkları dönemde- habire Orhan Gencebay ve Müslüm Gürses dinliyorum. (İtiraf ediyorum, Ferdi Tayfur’la kimyamız hiç tutmadı.) Annem bir gün delirip arabesk CD’lerimi arabanın penceresinden dışarı fırlatana kadar da devam ediyorum. Her ne kadar annemle babam klişe bir analizle kendilerine tepki olarak arabesk dinlediğimi iddia etseler de benim yaşlarımda olan ve benimle aynı yaşam biçimlerini paylaşan arkadaşlarımın da bu şarkılara ilgi duyduklarını biliyorum.
Biz; 1980’lerde arabeskin aşağılandığı, artık tedavülden kalkan “kıro” sözüyle karşılandığı, pazar sabahları illaki Hikmet Şimşek’in klasik müzik programı seyrettirilerek büyüyen, Batı kültürü alacağı okullara gönderilen çocuklar ne bulduk arabeskte? Sorduğum sorunun cevabını ben de bilmiyorum. O cevap, 2000’lerden sonra Orhan Gencebay ve özellikle Müslüm Gürses’in entelektüeller tarafından kabulünü de açıklayabilir sanırım. Belki de keskin tariflerin, kalıp gibi ortaya konmuş kültürel kodların, insanın içinden gelenin siyah-beyaz diye ayrılmaya çalışmasının ötesine çıkmış bir seçimdi bizimki. Bu seçimin -kendi adıma- arabeskin geneline yayıldığını söylemem. Gözlerim bu konuda yalnız olmadığımı söylüyor. Müslüm Gürses ve Orhan Gencebay dışında bu ortak alana girebilen biri olduğunu sanmıyorum. Ki bu yazının konusu olmamakla birlikte, Orhan Gencebay’ın son yıllardaki siyasi yakınlaşmaları onu bu kesişim kümesinden çıkarmış görünüyor. Müslüm Gürses, tek ve benzersiz duruyor o kümenin orta yerinde.
TÜRKİYE’NİN AĞITI: BATSIN BU DÜNYA
1944 Samsun doğumlu Orhan Gencebay’ın müzikle ilişkisi erken yaşlarda, henüz ilkokul çağındayken aldığı keman ve bağlama dersleriyle başladı. İlk bestesini yaptığında 10 yaşındaydı. Ortaokul ve lise çağında hem Samsun’da hem de İstanbul’da musiki cemiyetlerinde pratiğe devam etti. 14 yaşına geldiğinde artık profesyonel olarak değerlendirilecek bir bestesi vardı: Ruhumda Titreyen Sonsuz Bir Alevsin. Batı müziği ve enstrümanları da ilgisini çekiyordu; gençlik yıllarında saksafon da çaldı, cazla da haşır neşir oldu. TRT İstanbul Radyosu sınavını kazanıp İstanbul’a taşındı. Radyo çalışması ancak bir yıl sürdü. Yıllar sonra verdiği bir söyleşide “TRT’nin ilkeleri çok tutucuydu. Benim ufkum genişti, yapmak istediğim çok şey vardı. Arzularımı gerçekleştirmek ve hayal ettiğim işlere imza atabilmem için özgür olmam gerekirdi. Bu nedenle TRT’den ayrıldım” diyecekti. TRT’nin yapmasına imkân tanımadığı bu “yeni müziğin” çalışmalarını halk evlerinde yürütüyordu.
Ve doğum gerçekleşti: 1968 yılında çıkan “Başa Gelen Çekilirmiş” bir ilkti; ertesi yıl gelen “Bir Teselli Ver” ise onu zirveye taşıyacaktı. Yaşar Kekeva’yla birlikte kurduğu Kervan Plak, Türkiye’nin ilk yerli sermayeli plak şirketi oldu. O yalnızca şarkıları “söyleyen” adam değildi, şarkıları yaratan kişiydi. Orhan Gencebay’ın zirveye tırmandığı 70’ler, ülke için aynı pırıltıda değildi. Bir darbeden çıkılmış yenisine doğru koşulan yıllarda, “Batsın Bu Dünya” dedi Gencebay. “Böyle bir dünyayı protesto etmek için yaptım” diye anlatacaktı “Türkiye’nin ağıtı” olarak tarif ettiği şarkısını, “Zaten babalar protest yapılarla meşguldürler. Yalnız aşk şarkıları yapmaz babalar.” Binden fazla beste yaptı, 400 kadarını kendi seslendirdi. Albümleri 65 milyon adet sattı (Kendisi korsan baskılarla bu sayının 200 milyonu aştığını söylüyor.) Ve çok şaşırtıcı ama hiç sahneye çıkmadı. Suretini ancak sinema filmlerinde ve televizyonda gösterdi hayranlarına. “Eğer sahneye çıkarsam, işin arka kısmıyla uğraşmakta zorluk çekerim” diye açıklıyordu bu tercihini, “Sahne benim zamanımı çalar, beste yapamam diye korktuğum için hep erteledim. Kimileri ‘Sahnede şarkı söyleyemez’ dedi. Bunlar komik iddialar. Biz sazımızı elimize alınca coşup bir gün bir gece şarkı-türkü söylüyoruz”.
Cemal Süreya onun “görünmezliği” için şöyle yazmıştı: Daha çok zordaki erkeğe, mahpus görmüş kişiye seslenen Orhan Gencebay, hep kendi görüntüsünü gizli tutma eğiliminde olmuştur. Ondaki belirsizlikte canavarsı bir yaratığın soluk alışını da duyumsarız. Kentleşmeyle ek yükler de alan bu acımasızlığın parçalı görünümlerine tanık oluruz. Süreya’ya göre arabeskin bir diğer babası Ferdi Tayfur ise “gözyaşıyla terlemişti”: Ve o canavarı şeytansı bir konuma getirmenin yollarını aradı. Bununla sanki yan kültürü temizlemiş de oluyordu. Ferdi Tayfur’la arabeske hafif müzikten ayrıntı yansıları da geldi. Orhan Gencebay “Of”sa, Ferdi Tayfur “Ah”tı Süreya’ya göre.
HAYAL ALIR, HAYAL SATARIZ
Orhan Gencebay ile Ferdi Tayfur akran. 1945 Adana doğumlu Tayfur’un müzikle ilişkisi Gencebay gibi küçük yaşta eğitimle başlamadı. Dublaj ustası Ferdi Tayfur’a hayran olan babası, oğluna bu ismi takarken onun iyi bir tahsil görmesini istiyordu. Ancak bir hesaplaşmanın ortasında kalıp vurulduğunda oğlunun tahsil hayatı da bitiverdi. Pamuk tarlasında ırgatlık yaparken film yıldızı olma hayalleri kuruyordu. Ne zaman ki bir düğünde şarkı söyledi, o hayaller için bir kapı açıldı önünde. O kapıdan ustalıkla girdi, Hürriyet’e verdiği bir söyleşide “Kim ne derse desin biz hayal alır, hayal satarız” diyecekti.
“Bırak Şu Gurbeti”, “Çeşme”, “Emmoğlu”, “Ben de Özledim” şarkılarıyla toprağından ayrılan, göç ettiği yerde tutunamayan, acı çeken, hep kısa çöpü çekmekten yakınanlara “Sizi anlıyorum” diyordu. 1980’lerde Ferdi Tayfur oynadığı filmlerde, verdiği konserlerde kapıların kırıldığı bir yıldızdı artık. Yaşanan hayal kırıklıklarının, her topunun ofsayta çıkmasından bıkanların isyanıydı o şarkılar. Ne var ki “İsyankâr değilim” diyecekti; “Neden isyan edeyim? Sadece ikiyüzlü insanları sevmem ben. Neysem oyum.” Peki Batsın Bu Dünya derken isyan etmeyip ne yapıyordu Gencebay? Kendisi de “Yeter artık bitsin bu yalnızlığım / Terk edin dünyamı gidin acılar”, “Buralarda ağaçları kesmişler/ Yerlerine taş duvarlar dikmişler/ Hadi gel köyümüze geri dönelim” derken içinde bulunduğu koşulları protesto etmiyor muydu?
Şarkılarında Metallica etkisi olduğunu söyleyen Tayfur, Gencebay’la aralarındaki farkı da “Benim şarkılarım biraz daha türkümsü” diye açıklıyordu. Kendisi Karacaoğlan’a benziyordu; Gencebay ise Fuzuli, Baki gibi bir divan şairiydi.
Girişte söyledim; 1980’lerde, özellikle ANAP iktidarından sonra toplumun yozlaşması en hararetli tartışma konularından biriydi. En revaçtaki gündem maddesi ise arabeskti. Yüzünü Batı’ya dönenler bu müziği küçümsüyor, arabeskin önlenemez yükselişini büyük bir yenilgi olarak kabul ediyorlardı. Bugünün Türkiye’sinden bakınca naif görünen bu çatışma, o gün kıran kırana geçiyordu. Arabeskçiler zincirlerini kırmaya çalışıyor, bastırıldıkça daha da sert karşı çıkıyorlardı. Orhan Gencebay’la birlikte dergilere poz veren Erkin Koray da nasibini alıyordu bu tartışmalardan, Müslüm Gürses’in blues yaptığını söyleyen Cem Karaca da. O günlerde hakaret gibi algılanan blues benzetmesinin entelijansiya tarafından kabul görmesine 20 yıl vardı.
ENTEL, MİKROP MU Kİ?
Ferdi Tayfur ve Orhan Gencebay’dan az da olsa küçüktü Müslüm Gürses, 1953 doğumluydu. O da Tayfur gibi Adana’da büyüdü, terzi çıraklığı ve kunduracılık yaparken bir yandan da gazinolarda şarkı söylüyordu. Henüz 14’ündeyken Adana Aile Çay Bahçesi’nde düzenlenen ses yarışmasında birinci olunca TRT Çukurova Radyosu’nun kapıları açıldı. Onu zirveye taşıyan, İstanbul’da doldurduğu 45’lik ”Sevda Yüklü Kervanlar”dı. On yıl boyunca şarkılar, konserler, filmlerle zirvede yürüdükten sonra “öldü”. 1978’de Tarsus’ta geçirdiği trafik kazasının ardından öldüğü sanılıp morga kaldırıldı. Morgdan ve hastaneden çıktıktan sonra başka biriydi artık, kafatasındaki hasar ve onun izleriyle yaşayacaktı. Koku alamıyor, zor işitiyor, tutuk konuşuyordu. Bu yeni hayatın destekçisi ise ölene dek birlikte yaşadığı Muhterem Nur’du.
1980’lerin sonu ve 90’lar boyunca hayranları Gülhane konserlerini tıka basa dolduruyor; “Tanrı istemezse insan ölmezmiş, sen tanrı mısın beni öldürdün?”, “Ben insan değil miyim?”, “Arar bulur muydun beni, sahipsiz mezar olsaydım?” diye sorarken kendilerini jiletliyordu. Orhan Gencebay ve Ferdi Tayfur’un tutunamayanlarının dış dünyaya isyanları, iç dünyalarında yıkıcılığa dönüşmüştü. “Beni gör” demenin yolu façalarıydı onlara göre. 2000’lerde ise büyük bir değişim kapıdaydı. 80’ler ve 90’larda dışlanan, devlet radyo ve televizyonlarında yasaklanan, küçümsenen arabesk artık alt kültür olmaktan çıkmıştı. “Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski” adlı bir kitap yazan Meral Özbek’in tarifiyle orta sınıf genişlemiş ve arabesk kültür genelleşmişti; artık “üvey evlat” değildi arabesk, bilakis “kent kültürünün en popüleriydi.” Pop da rock da Türk sanat müziği de onunla dirsek temasındaydı. Temastan da öte, bir sızıntı gibi her müzik formunun içindeydi arabesk. Rock dünyası -belki de blues çağrışımlarıyla- Müslüm Gürses’i kolaylıkla benimsedi. Önce rock’çılar onun şarkılarını söyledi, sonra da Gürses onlarınkini. Murathan Mungan’ın hazırladığı “Aşk Tesadüfleri Sever” albümü Türkiye’nin 1980’lerde çatışan arabeskçilerle Batıcıların ardındaki üçüncü seçeneğinin ilanı gibiydi. Ama kadim “Müslümcüler” kızdı ona, sosyetik ve entel olmakla suçladılar. Cevabı hazırdı: “Entel, mikrop mu ki?”
2013 yılında vefat ettiğinde cenazesi Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda yapılan törenin ardından Teşvikiye Camii’nden kaldırıldığında itirazlar yükseldi. Hayranları tabutu taşırken “Sosyete uyuma, Müslüm Gürses geçiyor” diye inletiyordu Teşvikiye Caddesi’ni. Müslüm Gürses üzerine akademik çalışma yapan Prof. Dr. Nuran Erol Işık ise yadırgamamıştı bu mekân seçimlerini. Müslüm Gürses bu çelişkilerle anlamlıydı ona göre çünkü Türk modernleşmesinin sancılı, ihmal edilmiş taraflarını temsil ediyordu: Türkiye’de Cumhuriyet iktisadi alanda belli projeleri gerçekleştirmiş, ayaklarının üzerinde zor durabilmişler. Ama kültürel alanda çok iddialı olmuş. O zaman da üzerimize giydirilmeye çalışılan bu gömleğin bazı yerleri sarkmış, bazı yerleri yama yapılmış, bazı yerleri de oturmuş. Bu noktada insanlar arabeskle kendi dünyalarını biraz anlamlandırmaya, ifadelendirmeye yarayan bir duygu durumunu dillendirmişler.
Belki başta sorduğum sorunun cevabı buradadır. Belki de çok değerli psikiyatr ve yazar Engin Geçtan’ın karşıma çıkan şu cümlelerindedir:
Yakın çevremde bazen yadırgandığım oluyor. Onlara dünyaya “o da olabilir, bu da olabilir” şeklinde baktığım izlenimini veriyorum. Keşke dünyaya eleştirel gözlerle bakarak vakit geçirmesek. Zaten, “olan” bir şeye “olmaması gerekir” demenin anlamı yok. Üstelik olayların nedeniyle uğraşırsak nasıl ortaya çıktıklarını anlamak imkânsızlaşır ve klişelere hapsolup gelişemeyiz.
Bana sorarsanız Türkiye harika bir çılgın. Renkli, kestirilemez, canlı, dinamik, yaratıcı ve tahripkâr… Bazen bana dünyada bir benzerimiz yokmuş gibi geliyor. Belki de geleneklerin hızlı yıkılması sonucu sanki çocuk bir toplum olduk. Kimi zaman kendimizi müsamereye “büyük” rolü oynamaya çıkmış çocuklar gibi gördüğüm oluyor. En üsttekilerde bile…