I.

“Türkiye’de sosyal çürüme var.”
Zeliha Burtek

“Zira onlar (o memleketin halkı), gerçekten fena işler yapan kötü bir kavimdi.”
Enbiyâ, 74

“Kartalkaya’da vefat eden kişilerin yakınlarını arayarak çirkin ve ahlak dışı sözler sarf eden iki genç yakalandı.”

Görüntüler eklenmiş tweet metni yukarıdakinden ibaret. Fotoğraflarda yüzleri buğulu iki genç, polis tarafından götürülüyor. Arkadaşımın tweet’i karşımda, neler oluyor hiçbir fikrim yok. Mesaj atıyorum.

[18:17, 26/01/2025] Cem Tunçer: Ne yapmışlar?

[18:17, 26/01/2025] Hilal: aileleri arayıp

[18:18, 26/01/2025] Hilal: küfür ediyorlar

[18:18, 26/01/2025] Hilal: kızınız cayır cayır yandı vesaire

[18:18, 26/01/2025] Cem Tunçer: manyak mı bunlar

[18:18, 26/01/2025] Hilal: manyaklar

Kartalkaya’daki yangın hepimizi yaraladı, ölenlerin isimlerine tek tek baktık ve sonrasında tabii, sosyal medya aracılığıyla birbirimize düştük. Biz dili tevazudan, ben her şeyi uzaktan, Tanrı bir anlatıcı gibi izlemekle yetindim. Her şey olması gerektiği gibi. Sınıfsal birtakım tartışmalar döndü sosyal medyada, otelin gecelik ücretinin kimine göre fazlalığı ölenlerle empati kuramayacaklarına dair bir gerekçe olarak sunuldu. Dahası bununla da kalmadı. Yukarıdaki diyalog yangından beş gün sonrasından. Birileri, genç ve akılsız, yangında ölenlerin ailelerini arayıp hakaretler ediyorlar ve belli ki bunu eğlenceli buluyorlar. Sosyal medyada yankılanıyor olay, sonrasında gözaltılar, bilindik süreç.

Fakat iş burada bitmiyor… Nasıl havaalanı saldırısı sonrası “taksiler saldırılardan kurtulmak isteyenlerden yüksek ücret talep etmişler allah kahretsin bu milleti” yorumları ortalıkta dolaştıysa, nasıl deprem sonrası “Suriyeliler organ ticareti yapıyormuş” sahte haberleri yayıldıysa, benzerleri de dalga dalga yayıldı. Ölenlerin ardından iki dua etmek için oteli ziyaret eden, yüzlerine kamera doğrultunca ne diyeceğini bilemeyen Anadolulu ailenin görüntüsü gelince peşi sıra, o acı gerçek bir kez daha çıktı ortaya: Türkiye çökmüş, insanlık bitmişti; toplum denen bir şeyden söz edilemezdi artık. Neydi, o kırmızı şapkalı akademisyenin söylediği söz… Heh, Türkiye’de sosyal çürüme vardı, tabii ya.

Yangından kurtulan fakat duydukları çığlıklara kayıtsız kalamayan, ötekine duydukları sorumluluk hatırına, sadece bu yüzden, kurtuldukları otele tekrar giren ve cenazeleri otelin 11. katında bulunan Yiğit ve Alp adındaki iki gencin hikâyesi hengamenin arasında kaybolmaya yüz tuttu.

II.

İktidarın değil bir toplumun külliyen çürümeye başladığını öne sürmek, bir helak meşruiyetini de beraberinde getirir. Tanrı, Lut kavmini helakıyla ilgili böyle söylüyordu: “Zira onlar (o memleketin halkı), gerçekten fena işler yapan kötü bir kavimdi.” İsrail, Gazze’deki katliamlarına dair oradakilerin medeni dünyaya ait olmadıklarını öne sürüyor. Mel Gibson’ın İspanyolların bir kurtarıcı gibi ufukta görünmesiyle sona eren filmi Apocalypto “Büyük bir uygarlık kendi içinden yok edilmedikçe fethedilemez” sözleriyle açılıyor, sonrasında Mayalıların çürümüşlüğünü anlatıyordu.

Otorite için ne bulunmaz nimet şu sosyal çürüme; fetihlerden helaklara, soykırımlara, her şeyi meşru hale getiriyor. Neyse ki ülkemizdeki iktidar sosyal çürüme kavramını türlü icraatlara malzeme olarak kullanmayı henüz düşünmedi. Söylediklerinin sonucunu kestiremeyen akademisyenlere inat, bir gün kürsülerde “Haklısınız, Türkiye’de sosyal çürüme var ve bununla mücadele edeceğiz” deyip dizilere-filmlere müdahaleyi şimdi kendilerine gümüş bir tepsi içerisinde sunulmuş bu bilimsel görünen kavramla gerekçelendirme zahmetine girmediler. 

Bilimsel görünen kavram – bilimsel görünmesi önemli, o en mühimi.

“Bunun için teorisyen olmaya gerek yok, gündelik hayattaki pratiklerimden yola çıkarak söyledim” diyor sosyal çürüme lafının mucidi akademisyen. Belli ki gündelik hayattaki pratiklerimizi, dahası ideolojimizi biraz teorik bir sosa bulayıp sosyolojik bir terim gibi görünmelerini sağlayarak arka planı pek de sağlam olmayan görüşlerimize yüz binlerce paydaş bulabiliyor, milyonları peşimizden sürükleyebiliyoruz. Bu cümle bizi televizyon kanallarına çıkarabiliyor, kavram dilden dile bir hakikat gibi dolaşıma girebiliyor; dahası yeniden, tekrar ve tekrar üretilebiliyor. Kabul edelim, “Bizden adam olmaz” yeterince cool değil, “Bu millet değil illet” – hayır, fazla avam. Peşimize kimseyi takamayız. Bilim olmadan, sırtımızı Tanrı ya da ideoloji, ya da ikisi birden, mutlak güce yaslamadıkça sözlerimizin kendine yer bulacağı meşru bir zemin bulamayabiliriz. David Graeber’dan: “Stalinistler ve benzerleri, büyük hayaller kurdukları için değil, hayallerini bilimsel kesinlikler olarak yanlış anladıkları için öldürdüler.”

Anlayacağınız, bilimsellik beraberinde yapılmayanı yapma, söylenmeyeni daha rahat söyleme alanı da tanıyor insana. [Müslüman yerine “siyasal İslamcı” demek, İslamofobik olmadan aklınıza geleni söyleyebileceğiniz bir alan açabilir.] “Sosyal çürüme”yi, enkaz altından çalınan organları, 100 bin TL’ye taşınan cenazeleri, “biz bittik, biz öldük”leri, kısacası insanın doğadaki hiçbir canlıya değil, bizzat kendisine has o kötücül doğasını sırtını bilime de yaslayarak masaya yatıran ilk kişilerdendi Philip Zimbardo.

Allah rahmet eylesin, tam bir şarlatandı.

Stanford Hapishane Deneyi malum, Instagram Reels’ta dahi karşısına çıkmıştır, psikoloji tarihinin en ünlü ve en tartışmalı deneylerinden biri. 1971 yılında Philip Zimbardo tarafından yürütülen deney, insanların otorite karşısında nasıl davrandığını anlamayı amaçlıyordu. Stanford’ın bodrum katında kurulan sahte bir hapishanedeki deneye katılan 24 üniversite öğrencisi, rastgele mahkûm ve gardiyan rollerine atandı. Deneyin başlamasından kısa bir süre sonra gardiyan olarak atananların davranışları giderek agresifleşti. Mahkûmlar aşağılanmaya, psikolojik baskıya ve hücrelerine kapatılmaya başlandı. 

Hâlâ en çok konuşulan deneylerden olan Stanford, Zimbardo’ya o kadar büyük bir güç ve görünürlük kazandırdı ki gittiği her yerde insanın kötücül doğasına dair konuşmalar yaptı. Televizyon programlarına konuk oldu, konferanslara katıldı. Aşinayız, değil mi? Türkiye’de olsa eminim o çiçeği burnunda YouTuber gazetecimize de çıkar, “Stanford’ta sosyal çürüme mi var?” sorusunu keyifle yanıtlardı.

Yıllar sonra, 2019’da American Psychologist’te Thibault Le Texier tarafından yayımlanan “Debunking the Stanford Prison Experiment” adlı makale ise deneyin kayıtlarından hareketle Zimbardo’nun deneyi maniple ettiğini öne sürüyor. [İnsan denen şeyin kötü bir varlık olduğundan herkes o kadar emindi ki 2019 yılına kadar neredeyse kimse bundan şüphelenmemiş.] Texier makalesinde deneyin kendisinin ve dahası sonuçlarının dramatize edildiğini, bilhassa gardiyanların davranışlarının doğal olmadığını yazdı. Gardiyanlara mahkûmlara kötü davranılması için talimatlar verilmiş, daha sert olmaları için baskı görmüşlerdi.

En önemlisiyse Kent Cotter’dı. Zimbardo gittiği her yerde gardiyanların deneye koşulsuz itaat ettiğini vurgularken, deney henüz başlamışken başkaldıran ve deneyden çekilen Kent Cotter’dan bahsetmiyordu. 

Kent Cotter, hiç var olmamış gibiydi.

III.

“Umarım yaşanan son acı bizimki olur ve acıların kader olması güzel ülkemizde son bulur” diyor Kartalkaya’daki yangında eşini ve kızını kaybeden Hilmi Altın, Instagram paylaşımında. Sorumluları vurguluyor, o gece yaşananları detayıyla anlatıyor. Metinde bir bölüm dikkatimi çekiyor:

Odadakiler olarak inanılmaz bir uyum içindeydik ve herkes önce çocukları sonra kadınları ve en son erkekleri indirmek üzere uygulamaya geçti. Arkadaşlar çok hızlı çarşafları bağlarken benim gözüm yataklara ilişti. Yataklar büyük, pencereler oldukça küçüktü. Yatakları atabilir miyiz diye sorduğumda tereddütsüz herkes bütün gücünü verdi ve hızla yatakları bükerek aşağı attık.

“Odadakiler olarak inanılmaz bir uyum içindeydik”, arada kaynamaması gereken, tarihe not düşülmeyi hak eden bir cümle, bu yüzden yazının başlığı.

Hilmi Altın, insanlığın sosyal medyada dönen ahlara vahlara inat gökyüzüne yükselen korkutucu alevlere, yankılanan çığlıklara, koridoru ve katları dolduran dumanlara, ölüme direndiğini; herkesin uyum içinde hareket ettiğini söylüyor. Paniklemediklerini, organizasyon içinde olduklarını, çarşafları birbirlerine bağladıklarını ve yatakları hep birlikte tüm güçleriyle aşağı attıklarını…

“Sosyal çürüme v-“

Sadece Kartalkaya’da değil, insanlık sınandığı her büyük olayda kimilerinin varsaydığı çürümeyi galebe çalmayı başarıyor. Sınandıkça daha ayyuka çıkıyor bu gerçek. Cehennemdeki Cennet‘te Rebecca Solnit aktarıyor: 11 Eylül saldırılarında binadan kurtulanlar, o kaosun içinde insanların birbirlerine son derece kibar davrandıklarını, hatta “buyurun, geçin” ifadelerini duyduklarını söylüyorlar.

[11 Eylül günü gökyüzünde United Airlines Flight 93’nin yolcuları saldırıların haberini almış, “inanılmaz bir uyum içinde” başkaları da ölmesin diye uçağı düşürmüşlerdi. 11 Eylül, bu sosyal çürüme hengamesi içinde yaşansa ihtimal ki yolcular gökyüzünde başkaları için kendilerini feda etme kararı almışken, yeryüzünde bizler ne kadar çürümüş bir toplum olduğumuzu, New York’ta bir taksicinin yaşlı bir yolcuyu nasıl taksiye almadığı üzerine tartışıyor olabilirdik.]

Yine de sosyal çürüme diye ortalıkta dolaşanlar da ikna olsun diye, söylediklerimizi bilimsel bir zemine oturtmamız lazım. Hilmi Altın’ın anlattıkları, Yiğit ve Alp yeterli gelmeyebilir insanlara.

Stanford deneyi yıllar sonra BBC tarafından The Experiment adıyla tekrar gerçekleştirildi. Bu deneyde Zimbardo’nunkinin aksine kimse gardiyanlara talimat vermedi, “Mahkûmlara kötü davranın ve onlara hakaret edin” diye hiç kimse tembihlemedi. Milyonlarca insan The Experiment’ın ilk bölümünü izlemek için 1 Mayıs 2002’de televizyonlarının başına geçtiğinde herkes şaşkındı. Programda hiçbir şey olmuyordu. Kimse kimseyi dövmedi, kimse kimseye hakaret etmedi. Milyonlarca Britanyalı, gardiyan ve mahkûmların sohbetlerine tanık oldu; birlikte nasıl çay içtiklerini, yemeklerini paylaştıklarını izlediler. 

Reyting almadı, Stanford kadar paylaşılmadı.

Sosyal çürümeninse alıcısı çok, kötülük her daim daha çok satıyor; hem teorik olarak kulağa hoş da geliyor: Sosyal çürüme, mükemmel. Malum röportajda Zeliha Burtek adlı akademisyenin sosyal çürümeye getirdiği teorik açıklama şöyle devam ediyordu: Türk edebiyatını, Türk sinemasını, Türk tiyatrosunu düşünün. Bu edebiyatta, bu tiyatroda, sanatta hiçbir şekilde yazında ve düşünde göçmen kültürü, mülteci kültürü ya da mafya ya da kara para aklama gibi kavramlar olmazdı. Ama şu anda biz kültürel anlamda bütün ortaya çıkacak yapıtlarda bu kavramlarla karşılaşmaya başlayacağız. Sosyal çürüme bu demek…

İnsan düşünmeden edemiyor, belki de sosyal çürüme denen şey o kadar da sosyal değildir; belki de daha tekil, en başta göçmen kültürüyle çeteciliği, kara para aklamayı bir tutanların zihinlerinde peyda olan bir düşünceden; iktidardan, sığınmacılardan, edebiyatın ve sanatın geldiği-gideceği yerden memnuniyetsizliği amatörce teorize etme, bu hoşnutsuzluğa bilimsel bir görünüm sağlama çabasından ibarettir. Belki de dumanlı koridorlarda emekleyerek ilerleyip bir anne ve kızına yol gösteren gencin yaşananları Kürtçe anlattığı o videoyu, Konya’da çökmek üzere olan apartmanın zillerine basarken cep telefonunu kaybeden Suriyeli genci, enkaz altındakileri kurtarmak için gece karanlığında yola çıkanları görmezden gelmek ideolojik bir konumlanmadan başka bir şey değildir. 

büyük hayaller kurdukları için değil, hayallerini bilimsel kesinlikler olarak yanlış anladıkları için-

Söylediklerim sizi ikna etmiyorsa en azından kötülüğün daha çok reyting aldığı, daha çok ilgi çektiği aklınızın bir köşesinde bulunsun. Bana inanmıyorsanız bilime inanın; yıllar sonra ortaya çıkan ve “Ben hakkında hiçbir şey duymadığınız ama duymanız gereken adamım” diyen Kent Cotter’a inanın. Bana inanmıyorsanız Konya’daki o Suriyeli gence, Ali’ye; insanları mezarlıklara ücretsiz taşımak için konvoy oluşturanlara, plakalarından tespit ettikleri depremzedelerden para almayı reddeden dinlenme tesisi çalışanlarına; hiç tanımadıkları insanlar için alevlerin arasına dalan o iki gence, Yiğit’e ve Alp’e—