Konu babam olunca yine kitleniyor zihnim boş ekran karşısında. Çantamda küçük küçük notlar gezdiriyorum birkaç haftadır, belki onlar uç uca eklenir de bir şey çıkar ortaya diye. Aslında kaçıyorum bunu da yazmaktan, uzun zamandır yaptığım gibi. “Yaz yaz” diyen eşe dosta inat oturmuyorum başına, oturamıyorum ya da… Yumurta kapıya dayanınca mecbur dökülüyor kelimeler kağıda. Ona herkes böylesine hayranken, hakkında yüzlerce güzellik yazılmışken, onu sevmeyi bile başkalarıyla paylaşamazken, ne söylesem eksik, ne yazsam yetersiz hissederim kendimi. Babam; canım, kalbim, zihnim, hocam, idolüm, vicdanım, hevesim, kılavuzum. Babam, Ferhan Şensoy; babam, adaşım… Siz hiç babanızla adaş oldunuz mu? Siz hiç Ferhan Şensoy oldunuz mu?

Bundan yıllar önce arkadaşlarımla yemeğe gitmek üzere bir restorana rezervasyon yapıyorum, isim soruyor hanımefendi, “Ferhan Şensoy” diyorum, akşam görüşmek üzere kapatıyoruz telefonu. Akşam oluyor söyleştiğimiz saatte restorandayız, yine isim soruyor hanımefendi, “Ferhan Şensoy” diyorum. Hanımefendinin suratında bir şaşkınlık, bir kandırılmışlık var. “Kendisi gelmiyor mu?” Hemen anlıyorum konuyu, aslında “kendisi benim” demek istiyorum ama tuhafça uzayan manasız bir açıklamaya giriyorum. “Şey ben kızıyım, benim de adım Ferhan Şensoy”la başlayan ve gereksiz şirinliklerle devam eden bir sohbete dönüşüyor. Sanki adı Ferhan Şensoy olmayanlar o restoranda yemek yiyemezmiş gibi bir suçluluk duygusu, saçma bir mahcubiyetle bir an önce yemeğimizi yiyip kalkıyoruz. O gün bugündür başka isimler kullanırım bu tip telefon konuşmalarında.
Bu ve benzeri sahnelerin yüzlercesini yaşamışımdır. Karşısında duran kadının suratına baka baka “Ferhan Bey” diyen mi istersiniz, ismimin “Ferhan Şensoy” olduğuna inanmayıp kimlik gösterten mi? Beni babam sanıp verdiğim yemek siparişiyle “müessesenin ikramı şarap” gönderen mi yoksa sırf adım Ferhan Şensoy diye bana âşık olduğunu sanan mı? Babamla aynı ismi taşımanın şansını da şanssızlığını da türlü biçimlerde tecrübe ettim bugüne kadar.
Bana hamileyken ultrasona girmemiş annem, babamla birlikte almışlar bu kararı, sürpriz olsun bebeğimizin cinsiyeti demişler. Bir süre sonra, konu komşu, eş dost, annemin karnının şeklinden, yediklerinden sebep, erkek olduğuma karar vermiş. Çabucak ismime de karar verilmiş, babamın dedesinin ismi: Yusuf.
Annemin karnında dokuz ay boyunca erkek sanılan “Yusuf” kız doğunca, isimsiz kalmış bizimkiler. Ben her şeyden habersiz ismimi beklerken, babaannem Müjgan Şensoy hastaneye gelmiş, hayretle bana bakmış ve istemsizce “Ferhan” demiş. O anda adımın Ferhan, göbek adımın da Müjgan olmasına karar verilmiş. Çocukluğum boyunca bana Müjgan ismiyle hitap eden pek olmadı ve babamın deyimiyle “mükerrer Ferhan Şensoy” olarak büyüdüm. Belki de babaannemi ve Müjgan ismini çok sevmeme rağmen hep Ferhan olmak istedim, babam gibi olmak… Onun gibi yazmak, onun gibi oynamak, onun zekasına erişmek istedim hep. Küçükken, ufacıkken babam oyundan geldikten sonra, ben de onunla oyundan gelmiş gibi yaparmışım. Üç yaşında falanmışım, İstanbul’u Satıyorum oyunundan bir şarkı söylemişim ve “Babacım ben tiyatrocuyum, oyundan geldim çok yorgunum,” demişim. Küçük yaşta başladım babamı taklit etmeye.
Lisedeyken, çok sevdiğim edebiyat öğretmenim Meltem Çiçek’in de teşviğiyle yazmaya olan ilgim arttı, kendim gibi yazmayı keşfetmeye çalışıyordum. Bir gün yazdığım bir kompozisyonu babama götürdüm. “Ne yaparsam yapayım, senin gibi oluyor yazdıklarım, senin kötü bir taklidin gibi” dedim. Babam güldü, “Vallahi diğer taklitlerimden çok daha iyisin şimdiden. Hem yazmak, yazarak ve okuyarak gelişir.” Okulda ödev olarak okuduğumuz bazı kitapların saçmalığından konuştuk. “Sait Faik, Oğuz Atay, Turgut Uyar, Haldun Taner, Can Yücel… bunlarla başla kızım.” Ve her doğum günümde bir kitap bir de boş sayfalarını benim doldurmam için birbirinden güzel defterler hediye etti. Oyunculukla, tiyatroyla, yazmakla ilgilenmeye başladığım dönemde bana baba-oğul Alexandre Dumas’ların hikâyesini anlattı. Yıllarca Alexandre Dumas olarak tanınan yazar, onunla aynı ismi taşıyan oğlu da yazar olunca Alexandre Dumas Père (Baba Alexandre Dumas) olarak anılmaya başlanmış. “Kim bilir” dedi babam, “Belki bir gün benden de ‘Baba Ferhan Şensoy’ diye bahsederler.” Güldüm, beni yüreklendirmek istiyordu, yaşadığım sıkışmışlığın farkındaydı.
Vakti gelip kendi oyunumu yazdığımda, en büyük endişem babamın beğenmemesiydi. Provalar esnasında salonda ara sıra görünüp pek tepki vermedi. Belki de vasat buldu, yetersiz buldu, “Çocukların ilk oyunu, ses etmeyeyim,” dedi belki… Oyunun ilk günü sahnede bir yandan heyecandan titrerken, bir yandan da salonun her yerinde gözlerim babamı aradı, oyunun sonuna doğru hâlâ bulamamıştım babamı. Finalinde, tek başıma sahnede olduğum bir anda, sol üstteki localara baktım, spotların hemen altında tek başına duran karaltı oymuş meğer. Oyun bitip seyirciler alkışlamaya başladığında tekrar kafamı kaldırdım, gözündeki yaşları siliyordu babam, benim de gözlerim sulandı, göz göze geldik, babam çıktı salondan. Hayatımın en mutlu anlarından biriydi.
Hayatım, ismimin altını, üstünü, içini doldurmaya, ona yaraşır şekilde yaşamaya çalışmakla geçti. Kendimi bildim bileli Ferhan Şensoy olarak doğup, tam olarak Ferhan Şensoy olamamanın endişesiyle yaşadım. Kimi başarılarımı “torpilli ünlü çocuğu” diyerek küçümsemeye çalışanlar oldu, okuduğum okulları, aldığım eğitimi hiçe sayanlar oldu. Tanınmış ve başarılı herkesin çocuğunun başına gelen bu durum artık eskisi gibi üzmüyor beni. Farkettim ki Ferhan Şensoy’un kızı olmak zaten çok torpilli, okullar ötesi bir durum. Torpilse eğer, zaten torpilli doğmuşum ben! Varsın Ferhan Şensoy’un kızı Ferhan Şensoy desinler bana daima, ömür boyu gölgesinde kalayım. Daha güzel gölge var mıdır şu hayatta? Ben Ferhan Şensoy’un sadece genlerini değil, ismini de taşıyor olmaktan gurur duyuyorum.
“Neşeli, sevinçli” demekmiş Ferhan, Abdülhamid’in çok sevdiği atının ismiymiş, hem kadın hem erkek ismiymiş. Adaşım Ferhan’lar kızmasın ama bence yaşadığımız topraklarda “Ferhan” demek “Ferhan Şensoy” demek. İyi ki senin ismini taşıyan kızın “Mükerrer Ferhan Şensoy” olarak yaşıyorum bu hayatı! Seni sayfalara sığmayacak kadar çok seviyorum.
Bu yazı KAFA dergisinin Mart 2019 sayısı için yazıldı.