Şubatlardan 1993!
Okulla aram pek iyi değil ama okumakla gayet iyi…
Deli gibi okuyorum.
Gezici kütüphane, İl Halk Kütüphanesi ve şehirdeki bazı kitapçılarla tanışıklığım, birbirimize ismimizle hitap edip hal hatır sorma seviyesinde…
Ama en çok, sahaf Erdoğan Abi’yi seviyorum.
Erdoğan Abi’nin kıç metrekare kitap dükkanı benim için,
dünyanın en büyük ve en güzel lunaparkı.
Amcamla dükkân komşuları…
Bizim dükkanın adı ELİF MATBAASI, O’nunki EMEK KİTABEVİ… 
Uzun saçlı, çok bıyıklı, çok zayıf bir adam Erdoğan Abi…
Genelde tebessüm ediyor, gerekmedikçe konuşmuyor, dükkânında bizimkilerden gizli sigara içmeme ses çıkarmıyor. Tanıdığım herkesten daha çok okuyor.
Bu sebepten de Erdoğan Abi’nin elleri çok şahane eski kitap kokuyor.
Emek Kitabevi’nde her gittiğimde -ki bu gün aşırıya tekabül ediyor- sadece bir kitap veriyor bana ve her defasında “Bak okur okumaz getir geri” diyor…
Manyak mısın sen Erdoğan Abi? Getirmez miyim hiç?
Keser miyim bindiğim dalı?
Üzer miyim seni, altın yumurtlayan Erdoğan Abi’m benim…

Bizim ev de kitap konusunda bir hayli zengindi aslında.
Hatta bizim ev, sadece kitap konusunda zengindi o dönem…
İki memur maaşı, üç kişilik bir aile için biraz fazla azdı.
Ama annem de babam da yıllardan beri aldıkları her kitabı saklamışlardı…
Yok…
Aslında bazılarını saklayamamışlardı…
Şimdi dahi soruluğunda annemin sesi titrer.
Sanki bu rezilliğin suçlusu onlarmış gibi mahcup
ve tek bir cümleye, bir çağ yangınını sıkıştırarak…
“80 ihtilalinde, babanla birlikte, ağlaya ağlaya bir sürü kitabımızı yakmak zorunda kaldık”  der.

Şubatlardan 1993!
Son ders bitmek bilmiyor…
Hayır, gerçekten bitmek bilmiyor…
Zil çalalı 10 dakika oluyor ama bizim sınıfı salmıyor hoca.
Sonradan anlaşılıyor ki müfettiş gelmiş okula, her sınıfı teftiş eylemiş de son sınıf bizimki kalasıymış.
Bizi de göresi varmış kendisinin. 
Müfettiş Bey de “Az beklesinler” buyurmuş…
Bekleyemem; zira Emek Kitabevi’nde bulunmam gerekiyor benim şu dakikalarda…
Ücretsiz stajdayım.
Acelem var…
“Yaşlı Adam ve Deniz”i yeni bitirmişim…
Sal beni Müfettiş Bey Amca…
Dükkânda Erdoğan Abi ve Ernest Hemingway yolumu gözlüyor.
Bir 20 dakika daha bekliyoruz.
Biz koyun gibi beklerken, Hüseyin Şevki Topuz bizi görmekten vazgeçiyor, beklediğimizle kalıyoruz.
Ben yirmi dakika rötarla varıyorum dükkana kan ter içinde…
Mevzuyu anlatıyorum, gülüyor Erdoğan Abi.
“Zor Celo zor…” diyor. “Bizi de çok beklettiler zamanında. Alış buna… Hiçbir beklentin kalmayana kadar bekletecekler seni hayatın boyunca.” Birkaç çay, birkaç sigara daha oturuyoruz, ben tam gitmek üzereyken, çekmecesinden bir kitap çıkarıyor.
“Al” diyor…
“Bu senin; okuduktan sonra getirme… Kimseye de verme.”
FERHAN ŞENSOY, KAZANCI YOKUŞU.

Verir miyim abicim? Manyak mıyım ben? Kitap lan bu! Nüfus cüzdanı gibi bi’şey.
İsteyene gösterirsin en fazla. Hem zaten biliyorum ben bu abiyi.
Tiyatrosu var İstanbul’da…

Eve gidiyorum…
O akşam dört kere baştan sona okuyorum Kazancı Yokuşu’nu.
Her defasında, biraz daha yanarak, her defasında,
bir öncekinden daha çok vurularak, her defasında, son sayfaya daha da ağlayarak…

Sabah uyandığımda, bambaşka bir adamım artık…
İstanbul’a hiç gitmediğim hâlde, İstanbul’daki bir sokağı, en ince ayrıntısına kadar; kapıcı dairelerine, meyhanesine, bakkalına, apartmanlarına, sokaktaki arabalarına, hatta kaldırım taşlarına kadar biliyorum.
O sokağın bütün insanlarını tanıyorum.
Hepsinin yüzleri, zihnime kazınmış sanki. Kahvaltıda, kitabın sonu geliyor sürekli aklıma.
Gözüm doluyor, boğazıma bir yumruk… Yutkunamıyorum.
Bizimkiler “Ne oldu?” diye soruyor…
Odama gidip, kitabı getiriyor, annemle babamın arasına bırakıyorum.
O günden sonra, annemle babam bana çocuk gibi değil de delikanlıymışım gibi bakmaya başlıyorlar, hissediyorum, hatta seviniyorum.
Bunun dışında, her şey aynı…
Güneşi çok kısa gördüğümüz günler, rutininde devam ediyor, ben yine okula gidiyorum, yine Erdoğan Abi stajı devam ediyor, yine çok okuyorum ama hiçbir kitap Kazancı Yokuşu gibi olmuyor…

Aylar geçiyor, karlar eriyor.
Mayıslardan 1993!
Bir pazartesi sabahı hava henüz aydınlanmışken, biz Sivaslı ve uykulu gençler, dünyanın en genç zombileri olarak okula gidiyorken…
Gözlerim, fal taşı gibi açılıyor birden!
Yol üstündeki tüm telefon ve elektrik direklerinde aynı afiş, afişin üstünde Ferhan Hocam,
kulağında bir ahize, gülüyor.
Afişin altında bir yazı:
FERHAN ŞENSOY, 30 HAZİRAN’DA GELİYOR

Hani bir an dünyalar senin olur, dünyaların senin olması süresi sadece bir saniye sürer ve gerçek alnının ortasına kafayı koyar ya.
Hah! Tam olarak öyle…
“Ulan nereye gidiyorsun? Paran mı var? Bilet kim bilir kaç liradır! Özür dilerim Ferhan Abi.
Seni de buralara kadar yorduk ama ben gelemiyorum.”
Sonra ilk umutsuzluk darbesi etkisini yitirir ve bir çıkış ararsın ya…
Hah! Tam olarak öyle!
“Ulan gerizekalı, gelmesine nerden baksan bir ay var… biriktir harçlığından, kalanını da çalışır kazanırsın… Aa evet lan! Çok mantıklı! Bekle beni Ferhan abi, geliyorum!”


Öyle olmadı…
Salı sabah uyandığımda, başucumdaki Kazancı Yokuşu’nun üstünde,
30 Haziran tarihli bir Ferhangi Şeyler bileti vardı…

Ya! İşte böyle arkadaş.
Zaman…
Zaman, Kazancı Yokuşu’ndan aşağı hızla koşuyor artık.
Ben bu sene, 41’ime basıyorum.
Ve senin şu an okuduğun yazıyı,
25 sene önce Sivas’a gelen
                        Ferhan Şensoy
                                               ile
O yoklukta bana “Ferhangi Şeyler” bileti alan
                        annem ve babam
                                               sayesinde
                                                           yazıyorum.

Bu yazı Şubat 2019’da Kafa Dergisi için yazılmıştır.