Toplumsal kötülüğün kaynağı “Bu benim!” diyen kişi değil,
“Sen benim eşitim değilsin,” demeyi ilk akıl eden kişidir.
Hobbes
Üniversitedeyken yakınlaşan, zaman içinde başka yönlere savrulan iki arkadaş yıllar sonra birlikte yemeğe çıkmaya karar verirler. Birbirlerini uzaktan uzağa takip etmiş, hatır gönül sorarak ilişkiyi ılık tutmayı başarmışlardır. Aslı yemek randevusuna beş dakika kadar gecikir, restorana vardığında Özgür’ü kapıda ayakta beklerken bulur. Aslı doğal olarak “Niçin içeri girmedin,” diye sorar. Özgür omuzlarını silker, “Ben utangaç bir adamım. Kalabalık yerlerde bir başıma oturamam.”
Bu cümlenin akabinde Aslı ile Özgür arasındaki ilişkinin nasıl ilerleyeceği, kimin kimi domine edeceği, sofradaki sohbetin nasıl da dengesiz dağılacağı hemen hemen belli olmuştur. Çünkü Özgür birçoğumuzun kolayca yapabildiğini yapamayan biri olarak fazladan bir kırılganlığa bürünür. Utangaçlığın bildik aritmetiğinin tersine utangaç olduğunu kolayca söyleyebilen bir utangaçtır. Sakınmasızca döküp saçtığı öznelliğiyle Aslı’yla arasındaki ilişkiyi ânında kaplar. Aslı zaten diğer sıradan insanlardan biridir. Hatta utanması, sıkılması yoktur onun. Herkesler gibi içeri girer, masada bir başına oturur, arkadaşı gelmese bile yemeğini yalnız yiyebilir.
Bu alelade kişiliği yüzünden o akşam Özgür karşısında hiç hazırlıklı olmadığı bir rolü üstlenmek zorunda kalır Aslı. Şarabı seçer ve şarabın sorumluluğunu alır. Balığın ızgara mı yoksa tava mı pişeceğine yine Aslı karar verir. Çünkü Özgür, felsefeden ve tarihten anladığı kadar ne yazık ki şaraptan anlamıyor, hangi sezonda hangi balığın yeneceğini bir türlü öğrenemiyordur. Bunları ballandıra ballandıra “konuşur”. Söyleyen, davranan bir kendilik yerine sürekli ikâme bir benlik üretmekle meşgul, her fırsatta konuşur. Böylesi dünyevi meselelerde maalesef geri kalmıştır kendileri. Kendisine biçtiği ve içinde çok rahat ettiği eşitsizlik hissini sürdürebilmek için o yenik, o gücenik, ve o biricik eşitsizliği yapıtlaştırması gerekir. Son tahlilde Aslı’nın yapmayı sevdiği birçok şeyi yapamıyordur Özgür. Konu satranca gelince beceriksizlik üstüne kurduğu retoriği bir üst aşamaya taşıyarak “Sahi şu satrançtan ne zevk alıyorsun hiç anlamıyorum” diye devam eder, “o at niçin L olarak hareket ediyor mesela? Mantığı ne bunun?”
Aslı tümüyle çaresizdir. Birçok kültürde benimsenen binlerce yıllık bir oyunu hararetle savunurken yakalar kendini. Becerebildiği, yetkin olduğu, haz aldığı her şeyin -ebilemeyen arkadaşı tarafından değersizleştirildiğinin henüz farkında değildir. Tümüyle Özgür’ün tahakkümü altındadır. Özgür yemek sırasında hiçbir karar almak zorunda kalmamış, seçimin kaygısını tümüyle Aslı’ya yıkarak onay, sorgu ve takdir yetkilerini kendinde toplayıvermiştir. Kendini kimseyle ve her şeyle eşit görmediği için Aslı’yla da belli ki ömür boyu eşitsiz kalacaktır.
Aslı o gece genzinde acı bir tatla eve döndüğünde, taammüden hor görüldüğünün, göz göre göre küçümsendiğinin bilincinde değildir henüz. Özgür’ün becerememek üzerinden mistifiye ettiği tavır öyle ustalıklıdır ki, Aslı sahip olduğu bütün yeteneklerden ve yapabildiği her şeyden övünmekle suçluluk duymak arasında içten içe çatışma yaşıyordur şimdi. Birkaç saat önce restoranda otururken yüzünü yalayan duygunun adını bir türlü koyamıyordur da.Oysa, bu topraklarda binlerce çeşitlemesine rastlayacağımız Özgür’deki höyüntü huyun adı tuhaftır ki harfi harfine kibirdir. Kendinden yeni bir doğa, yeni bir ağaç, yeni bir dil, yeni bir şefkat, yeni bir içerleme, yeni bir hayret, yeni bir son yaratamayanların yapış yapış kibri…
Kibrin bu en sinsi hali, kelimelere takla attıran ulu orta tevazu gösterisiyle perdelenmiştir. Elbette bu topraklarda gelenekçi İngiliz kibri beklemek safdillik olurdu. Biz daha çok çarpık bir aydınlanma anlayışıyla eşit görmediği bireylerden türdeş bir toplum yaratmaya çalışanların kibriyle; kıskanç, doğanın hazlarına haset eden insanbiçimli bir tanrının günah-sevap açmazını dayatanların kibrine alışkınız. Anadolu’da endemik olarak yetişen az önce sözünü ettiğim sinsi kibir ise becerinin, zanaatkârlığın, direncin, öz saygının azımsandığı, yapamayış halinin yüceltildiği bir nevroz tipidir ve bütün kurgusu –ebilememek takısına rabıtalıdır. –ebilememek bir kaçış pratiği olarak hayli kullanışlı bir tavır.
Jack Ranciére’in geçtiğimiz yıl Türkçede yayımlanan kitabı Cahil Hoca[1], Fransız Devrim ruhunu bambaşka boyuta taşıyan, sürgünde bir hoca olan Jacotot’un öğretisi üzerine yazılmış, zihinsel özgürleşme üzerine beş dersten oluşuyor. Jacotot, koşulların zorladığı amprizmle bugünkü pedogojinin bile ilerisinde mütevazi bir devrim yaratmıştır. Jacotot’ya göre hoca cahildir, bomboştur. Esin verir, yönlendirir, ama bilmez. Bilmekle yükümlü değildir. Öğrenmenin metodunu geliştirerek sahneyi öğrenciye bırakır. Onun okulunda aristokrat ailelerin çocukları, halk çocukları, köylüler, işçiler eşit zekâya sahiptirler ve eşitlik fikri önce zihinlerin eşitliğini kabul etmekle başlar.
Kitabın demokrasisine güvenir Jacoto. Tek kelime Flamanca bilmediği halde hiçbir şey yapmayarak Belçika’daki öğrencilerine Fransızca öğretmeyi başarır. Kullandığı tek araç Telemak’ın Fransızca-Flamanca baskısıdır. Kıyasın bir ölçü birimi değil, başvuru kaynağı olduğu özgür bir gözlem alanı teklif eden Jacoto, öğrenciyi kendi kudretine teslim eder. Hocanın cahilliği, eşit zihinlerin otodidakt öğrenme gücünü kabul etme bilgeliğiyle işlerlik kazanır.
Cahil Hoca’nın ekseninde zeka bir mal ya da mülkiyet, ya da doğa değildir. Zeka, bireyin, kendi dil keyfiliğiyle tasavvur ettiği dünyanın kavrayışı, çıplak teninde dokuduğu hakiki zihniyetidir. İnsanlar bu şekilde birbirlerinden bölünür, bu bölüklük sayesinde birbirlerine yaklaşırlar. Jacoto’ya göre kudret alanlarını hiçe sayarak kendi zayıf yönlerini fazlasıyla umursayan bireyler, yapamadıklarının zaten değersiz olduğunu söyleyerek, kendileriyle ilgili şüphelerini başkalarını küçümseyerek gizlemeye kalkışırlar. Cahil Hoca’dan küçük bir alıntıyla devam edelim: “‘Bunun bildiğimiz bir anlamı yok, çünkü ben anlamıyorum; hem de benim gibi biri!’ (…) Buna ikna olmak mı istiyorsunuz? Biraz bekleyin, bırakın söylesinler; sonuna kadar dinleyin. (…) Nasıl bir basiretle sivriliyor! Alçakgönüllülük kaşla göz arasında kibre dönüşüyor.”
Jocota’dan esen nefesle Özgür’le geçirdiği yemekten sonra kafası karışan Aslı’ya ve Aslı’nın sevdiği herkese sesleniyorum. Sevgili dostlar. Bilgiyi özgürleşme aracı olarak gören siz rüyalılar. Bilgiyi tahakküm aracı olarak kullanan her tür iktidarın dayatmalarına karşı iradesini kuvvetlendirmekle uğraşan ince huylu kadınlar, erkekler… Siz Delphi Kahinlerine kulak verenler! Kendini ulemadan sayan her hocanın içinde Sokrat aramayanlar. Kendine değer verenler, kendi başına eğlenebilenler, kimseyi kendisinden daha zeki ya da aptal görmeyenler. İlişkiyi sürdürebilmek için zavallılıktan ya da üstünlükten beslenmeyenler. Öğrenmek için dirençle tekrar edenler, yılmayanlar, anlaşılmayan bir sözcüğü başka sözcüğe çevirenler…. Oturduğunuz her sofra sizin şöleniniz olsun. Kibrin gizli seremonisi başladığında sadece müziği açın. Göreceksiniz, mecburen dans etmek zorunda kalacaklar.
Hamiş: Ranciére’in Cahil Hoca kitabına değinmiş olsam da sırf değinmiş olduğum için kitabın hakkını yeterince verebildiğimi düşünmüyorum. İyi bir inceleme okumak isterseniz Demet Ş. Dinler’in “Jacques Rancière’in Cahil Hoca’sıyla Bir Diyalog” okuyunuz. Ayrıntı Dergi, 21 Ocak 2015
[1] Jacques Ranciére, Cahil Hoca, Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders/ Çevr. Savaş Kılıç, Metis, 2014
Çizim: Hülya Özdemir
Bu yazı Kafa Dergisinin 21. sayısında yayımlanmıştır.