İstanbul üzerine söylenen her söz, yarım kalmaya mahkûmdur. Tıpkı Reşad Ekrem Koçu’nun ömrü yetmediği için tamamlayamadığı İstanbul Ansiklopedisi gibi… Koçu’nun izinden giden sekiz bölümlük bir mini dizi, şehri bu kez bir kurmaca anlatının sayfalarında dolaştırıyor: İstanbul Ansiklopedisi.
Dizide, üniversite eğitimi için Amasya’dan İstanbul’a gelen genç mimarlık öğrencisi Zehra ile uzun yıllarını bu şehirde geçirmiş ve artık Paris’e taşınmak üzere olan cerrah Nesrin’in yolları kesişiyor. Farklı kuşaklara, farklı kültürel kodlara sahip bu iki kadın, aynı evde başlayan zorunlu birliktelikleri boyunca İstanbul’u ve kendilerini yeniden tanımlamaya girişiyor. Dizi, bölümlerini Koçu’nun ansiklopedisindeki A’dan G’ye uzanan yedi farklı maddeye göre isimlendiriyor. Alçakdam Yokuşu’ndan Emek Sineması’na, Galata Rıhtımı’ndan Valide Camii’ne uzanan bu başlıklar, İstanbul’un çok katmanlı kültürel yapısını sahneye taşıyor. Kent sadece bir mekân değil; karakterlerle birlikte yaşayan, değişen, geçmişin ve geleceğin yükünü taşıyan bir “özne” olarak konumlanıyor.
Zehra, taşradan büyük kente gelen bir genç olarak kendine bir yer, bir kimlik ararken; Nesrin, şehirle bağlarını koparma arifesinde, geçmişin yükleriyle yüzleşiyor. Bu karşılaşma, izleyiciye sadece iki kadının hikâyesini değil, Türkiye toplumundaki seküler-muhafazakâr, gelenek-modern ikiliklerini de düşündürüyor. Zehra’nın gece eğlencesi ortasında namaz kılmak için köşeye çekildiği sahne ya da ojelerini abdest alabilmek için çıkardığı an gibi küçük detaylar, onun geleneksel değerlerle kent yaşamı arasındaki gelgitlerini çarpıcı biçimde yansıtıyor.
Öte yandan Nesrin’in yalnızlığı, mesleki başarının kişisel tatminsizlikle nasıl iç içe geçebileceğini ortaya koyuyor. Alzheimer hastası annesine ve kendi yolunu bulmakta zorlanan kız kardeşine duyduğu sorumluluk, onu âdeta İstanbul’un yüküyle özdeşleşmiş bir figüre dönüştürüyor. Zehra’nın gelişi, Nesrin’in yıllar içinde ördüğü duvarlarda sarsıcı bir çatlak yaratıyor.

Dizi, üç farklı kuşaktan kadını –annesini Müjde Ar’ın canlandırdığı yaşlı kuşak, Nesrin’in yetişkinliğindeki orta kuşak ve Zehra’nın gençliği– aynı çatı altında bir araya getirerek, kuşaklar arası kadınlık deneyimlerini diyalog içinde sunuyor. Bu tercihle, erkek karakterlerin belirgin şekilde geri planda bırakıldığı bir anlatı ortaya çıkıyor. Baba figürlerinin yokluğu, merkezdeki kadın ilişkilerine daha fazla alan açarken, toplumsal cinsiyet rollerinin de alışılmışın dışında yeniden kurgulanmasına olanak tanıyor.
Sinematografik açıdan İstanbul Ansiklopedisi, sıra dışı bir tercih yaparak 4:3 kare ekran formatını benimsiyor. Bu dar kadraj, karakterlerin sıkışmışlık hissini görsel olarak pekiştiriyor. Aynı zamanda telefon ekranlarını çağrıştıran bu format, izleyiciye bilinçli bir yabancılaşma yaşatıyor. Dizinin ağır tempolu, zaman zaman neredeyse tiyatral tonu, herkesin kolayca içine girebileceği bir anlatı sunmasa da sabırla izleyenler için derin ve katmanlı bir deneyim vadediyor.
Diyaloglar, kimi zaman fazlasıyla yazınsal ve düşünsel bulunabilir. Karakterler yer yer sanki kendileri değil, fikirleri konuşturuyor gibidir. Ancak bu yapaylık duygusu, anlatının atmosferine hizmet eden bilinçli bir tercih olarak değerlendirilebilir. Çünkü dizi, klasik olay örgüsüyle sürüklemektense, izleyicisini İstanbul’un sokaklarında dolaşan bir düşünce trenine bindirmeyi tercih ediyor.
Göç, aidiyet, yabancılaşma, kadınlık, kuşaklar arası çatışma ve uzlaşma… Tüm bu temalar, İstanbul’un coğrafyasında olduğu kadar hafızasında da iz bırakan mekânlarla iç içe geçiyor. Emek Sineması’ndan Bezm-i Âlem Camii’ne, bir balıkçı meyhanesinden dar bir yokuşa kadar şehrin hatıraları da anlatının parçaları hâline geliyor. Tıpkı Koçu’nun ansiklopedisinde olduğu gibi, burada da sokak dedikoduları, tarihî notlar ve efsaneler iç içe geçmiş.
Dizinin final bölümü, Koçu’nun tamamlayamadığı ansiklopedisinin izinden giderek, bir eksiklik hissiyle sona eriyor. Bu da tesadüf değil: İstanbul’un hikâyesi hiçbir zaman tamamlanamaz. Her kuşakta, her bireyde yeniden yazılır; eksik kalır.

Bu eksiklik hali, dizideki karakterlerin İstanbul’la kurdukları ilişkide de kendini gösterir. İstanbul Ansiklopedisi, Zehra ve Nesrin üzerinden farklı kuşaklardan gelen kadınların şehirle kurdukları karmaşık bağları, kentsel vatandaşlık (urban citizenship) kavramı çerçevesinde düşünmeye olanak tanır.
Kentsel vatandaşlık, sadece devlete bağlı yasal bir statü değil; kente katılma, var olma, görünme ve mekânda yer edinme hakkıdır. Zehra, Amasya’dan gelen bir öğrenci olarak bu hakların peşindedir. Toplu taşıma, yurt, üniversite, sokaklar onun dışlayıcı ama aynı zamanda çağrıcı kent deneyiminin sahneleridir. Onun vatandaşlığı hâlâ kurulmakta olan, yer yer kırılan ve engellenen bir deneyimdir.
Nesrin ise uzun yıllar bu şehirde yaşamış, mekâna erişim hakkına sahip, merkezde yer alan bir karakterdir. Ancak onun vatandaşlığı da bir bitkinlik, yorgunluk ve kopuş hâliyle tanımlanır. Nesrin, bu kente aittir ama bu aidiyet ona artık nefes alacak alan bırakmamış gibidir. Bu nedenle Paris fikri, yalnızca bir seyahat değil, bir yeniden doğma umududur.
Biri şehre katılmaya çalışırken, diğeri şehirden sıyrılma çabasındadır. Her ikisi de şehirle bir müzakerenin içindedir. Dizi, bu çift yönlü ilişkiyle, kentli olmanın ne kadar farklı şekillerde yaşanabileceğini gösterir. Kimlik, yalnızca nüfus cüzdanında değil; mekânda yürüyüş biçiminde, bir parkta ne kadar kalabildiğinde, kamusal alanda görünür olup olamamada kurulur. İstanbul Ansiklopedisi, bu bitimsizliği hatırlatıyor. Kentin de insanın da tamamlanmamış hikâyeler olduğunu söyleyen bir anlatı olarak, kültür-sanat hafızamızda iz bırakıyor.

Bununla birlikte Selman Nacar’ın kent ve sinema daha doğrusu İstanbul, göç, kimlik ve aidiyet gibi konulara değinen filmlere de çeşitli göndermeler yaptığını da fark etmek mümkün. Mesela Zehra’nın vapur iskelesinde birkaç saniye farkla vapuru kaçırdığı sahne benim aklıma İstanbul Geceleri (Mehmet Muhtar, 1950) filmindeki vapura binmek için bilet alınması gerektiğini bilmeyen ve üstüne üstlük lüks bölüme oturan ve kesilen para cezasını ödemek zorunda kalan Recep ve Şaban’ı hatırlatır. Ancak bu bilmemekten ötürü cezalandırılma ve vapur ilişkisini İstanbul Ansiklopedisi’nde iskeledeki görevlinin “ilk defa mı vapura biniyorsun” sorusunda görürüz. Zira bu zamanda vapurun paralı olduğunu ve zaman çizelgesine göre kalktığını bilmeyen bir lise mezunu genç kızın gerçekçi olmayacağı da açıktır. Diğer yandan ilk bölümün ismi de olan Alçakdam Yokuşu, sahne Gurbet Kuşları (Halit Refiğ, 1964)’nda Ayla ile Kemal’in ele ele yürüdüğü merdivenlerdir. Yine Zehra’nın bir gece kaldığı otel odasındaki altın varaklı aynaya baktığı sahne de doğrudan Ah Güzel İstanbul (Atıf Yılmaz, 1966)’a bir selam gibi duruyor.
İstanbul’la ilgili yapılacak her üretim her inceleme içinde kimlik, güç, aidiyet, Türkiye, modern, geleneksel gibi pek çok meseleyi kapsar. Görünür olanın altında yatan ve gündelik etkileşimlerimizin yanı sıra geçmiş yaşantılarımızın, siyasal yönelimlerin, toplumsal hareketlerin, sanatsal üretimlerin bu görünen yapıyla kurduğu anlamsal ve sembolik ilişkiler, bizim kent imgesi olarak niteleyebileceğimiz kavramın önemli bir kısmını oluşturur. Siyasal ekonomideki değişimler, teknolojik prosedürler, hukuki uygulamalar, toplumsal çatışmalar, müşteri tercihleri, izleyici yaklaşımları ve istekleri ve planlı bir düzene karşı istek ya da rasyonel kontrolden kurtulma ihtiyacı sürekli olarak kentin söylemini ve temsil biçimlerini yapılandırır. Bu anlamıyla İstanbul Ansiklopedisi’nin bazı meseleleri ele alırken bazılarını da (mesela kentin bir siyaset üretme ve protesto alanı olması, sığınmacı ya da düzensiz göçmenler meselesi, vb) görmezden geldiğini söylemek mümkün. Ancak bu bir diziden çok fazla şey talep etmek anlamına gelecektir. Bence burada diziye bir akademik makale gibi yaklaşmak yerine diziyi yaratan kişinin kişisel olarak İstanbul’da ne gördüğü şeklinde anlamak gerekli.