6-7 Eylül 1955’in üzerinden 70 yıl geçti. Bu 70 yılda ülkede birçok şey değişti; doğanlarla, büyüyenlerle, hayatını kaybedenlerle bambaşka insanlar var artık bu topraklarda. Fakat yaşanan acılar daimi. İstos Yayın; Türkiye, Yunanistan ve Fransa’da yaşayan 32 “son tanığın” dilinden o gece yaşananları aktaran bir kitap yayımladı: “Akşam İstanbul’da Çok Fena Şeyler Oldu” – 6-7 Eylül 1955’i Son Tanıkları Anlatıyor. Serdar Korucu’nun kaleme aldığı kitaptan bir bölümü; o dönem küçük bir kız çocuğu olan İrini Prindezi Franku’nun ağzından o günlerde neler yaşandığını paylaşıyoruz sizlerle.

1948’de Tarlabaşı’nda doğdum, büyüdüm. 1955’te de oradaydım. Kilisenin (Aya Konstantin ve Eleni) yanındaydık. Kilise şuradaysa bizim evimiz buradaydı. Çok yakındı. Önce benim evim vardı, ondan sonra kilise yanında.

Teyzem o akşam Çengelköy’den geldi. Onun kocası papazdı. Sakalı vardı. Sakallı olduğu için çok belliydi papaz olduğu… Çok korkuyordu. Vapurla çıkıp bize geldiler. Çünkü duyduğumuza göre Çengelköy çok daha fena olmuştu. Tarlabaşı’nda felaket olmadı. Bazı evlere giremediler mesela çünkü girişleri zordu. (Fotoğraf: Serdar Korucu)

Bizim üç katlı bir apartmanımız vardı. Birinci katta bir polis oturuyordu. Polis bir Hristiyan kadınla evliydi, bir de kızı vardı. O polis girmek isteyenlere karşı kapıda durdu. “Burada hiç Hristiyan yok” dedi. İçeri girseler kim bilir ne olacaktı! Çok iyi insandı. Hristiyan bir kadın, Türk polisle evlendiği için arkasından konuşurlardı ama unutmamak lazım. İşte bütün Türkler aynı değil, bütün Yunanlar aynı değil. Bir insanın yaptığından tümünü sorumlu tutamazsın.

Evde beş kişiydik. Ben, anneannem, babam, annem ve bir de abim. Beş kişiydik. Öyle titriyordular ki! Hepsi titriyordu. Hepimiz titriyorduk. Öyle korkunçtu ki! Havada bir fenalık vardı. Çok çok çok fenaydı. Bunları hatırlıyorum. O zamanlar evlerin içine girdikleri zaman bir şey bulamıyorlar. Sadece mumları alıyorlar, yakıyorlar. Çevrede hortlak gibi geziyorlardı. Onları gördük. Çok korkunçtu.

Benim evim buradaydı. Orada da bir başka kilise vardı, Evangelistria Kilisesi. Pencereleri açınca görüyorduk. Ateş! Alev almıştı. Bizim evimizi de yaksalardı çok fena olacaktı ama kurtulduk.

Evim şurada. Aya Konstantin Kilisesi burada. Babam beni her pazar sabahı kiliseye götürdükten sonra gezdirirdi. Kilisenin ardından caddeye çıkardık, yukarı aşağı, yukarı aşağı gezerdik. Kilisenin arkasında bir de ilkokul vardı. Oranın da içine girmek istiyorlardı. O ilkokul bizim okulumuzdu. Ve her yerde papazı arıyorlardı. “Nerede papaz?” diyorlardı. Ona “deli papaz” derlerdi ama çok iyi bir papazdı. Papa Prokopis derdik. Orada vaftiz olmuştum. O beni vaftiz etmişti. Hatta “Deli papaz seni vaftiz etti, ondan sen de delisin” diye bana takılırlardı. O papazı her yerde aradılar. “Nerede papaz?” diye diye… Ellerinde bıçakla geziyorlardı. Bir dolap vardı, ekmekleri içine koyarlardı. Papaz ekmek konulan dolabın içine saklanmış. Canını kurtarmış. Saklanmayı başardı. Şapkasını ve çantasını buluyorlar, onları parçalıyorlar. Neyse ki onu bulamadılar. İyi ki bulamadılar! Yoksa öldürürlerdi.

[…]

“Bütün kiliselere, dükkânlara, her yere… Her yere girdiler…”

Aya Konstantin’in içinde yangın vardı ama yanmamıştı. Evangelistria çok yandı. Aya Triada yandı. Kiliselere gittiğinizde, Rumlar kiliseye pazar günü gittiğinde bağışta bulunur. Kilisenin ihtiyaçları için. İşte o paraları çaldılar. Kamyon getirip içini boşalttılar. Sabah altıda ordu çıktı. Felaketten sonra… Felaketi izlediler. Çünkü fotoğraflar da var. Polisler hiçbir şey yapmıyorlardı. Sabah örfi idare çıktı. Biliyorlardı böyle olacağını. Oldu. Neler olacağını bilen biliyordu ama biz yandık, Rumlar yandı…

Babamın Pera Palas Oteli’nin aşağısında mobilya dükkânı vardı. Bir gün evvel işaret koyuyorlardı dükkânlara. Babamın dükkânına koymamışlar. Onlar gelip geçerken bir Yahudi var, üst katında oturuyor. Bağırmaya başlıyor: “Bu da gavurdur” diye. Oysa gelip geçecekler. O konuşmasaydı görmediler, bilmiyorlardı. Bize çok felaket yaptı. Ondan sonra, o gün, 6 Eylül’de dükkânın içine girdiler. Her şeyi dışarı çıkartıp yaktılar. Babam çok iyi bir insandı. Bütün o kumaşları verirdi insanlara. Amcam dükkânını yeni yapmıştı. Berber dükkânı. Bir de perdesi vardı. Çok güzeldi. Her şeyi yaktılar.

Amcam berberdi. Yeri İngiliz Konsolosluğunun karşısındaydı. Tabii, şimdi çok değişti. Bir de bir arkadaşı vardı amcamın. İsmi Andreas. Sabahleyin yanına gitmiş, demiş ki: “Şimdi sen akrabalarına söyle, 7’den sonra yola çıkmasınlar.” Amcam “Neden?” diyor, “Neden dışarı çıkmasınlar?” “Hiçbir şey demem, o kadar” diyor. Bütün aileler evin içinde kaldı. Tam sekizde başladı. Bir patırtı geldi her taraftan. Ne oluyor ne bitiyor bilmiyorduk. Kimse bir şey bilmiyordu. Ondan sonra felaket başladı. Bütün kiliselere, dükkânlara, her yere… Her yere girdiler… Ellerinde sopalar vardı. Fotoğrafları da var. Çok felaket! Korktuk!

Bir de Rusya’dan bir kadın vardı. Çok aristokrat görünen bir kadındı. Kâğıt satardı. Defterler için… Ondan sonra kadın kayboldu. Kim bilir nasıl korktuysa, saklandıysa, kendisini iki üç ay sonra gördük.

Bizim mahallemiz Rum’du. Onun için “Küçük Atina” diyorlardı. Hatta “Küçük Ellada” derlerdi. Çünkü yirmi ev varsa 18’i, 19’u Rumlarındı. Ermeni, Türk, Rum, tüm çocuklar birlikte oynardık yolda. Erkekler futbol oynardı, biz kızlar oyun oynardık aramızda. O zaman sokaktan araba da geçmiyor. Bir otomobil geçerse herkes pencereden “Aman ne oluyor, ne oluyor?” diye konuşulurdu. Karşımda oturan bir kız vardı. Küçük bir kızdı. Benim yaşımdaydı. Onun koukla (oyuncak bebek) yoktu. O günden, o akşamdan sonra ben bir gün yine onunla görüştüm. Biz bilmeyiz kim Türk, kim Yunan. Aramızda böyle şeyler olmaz. Çocukların dünyasında böyle şeyler yoktur. Bir gittim, komşu kızın koukla’ları var, oyuncak arabaları. Annesi kürk giymeye başlamış. Çalmışlar. Çünkü dükkânların içine girip eski elbiselerini atanlar yeni elbiseleri giyip çıkıyorlardı. Düşünün, bu insanlar benim komşularımdı. O komşular hiçbir şey olmamış gibi bizimle konuşuyorlardı. Biz çocukken bunları anlamıyorduk. Ne bilelim?

[…]

“Biz Türklerle iyi yaşıyorduk”

Bakın bir şey anlatayım. Belki biliyorsunuz. Mihail Vasiliadis anlatır. O akşam çocuktu, küçüktü. Bütün felaketi gördü. Galatasaray’da oturuyor ve bakıyor etrafa. “Ne oluyor, ne oluyor” diyor. Kapıcı çıkıyor. “Gel, gel, gel Mihalaki” diyor, içeriye koyup kapıyı kilitliyor. Ondan sonra bir demir alıyor, öbürlerine katılıyor. Çünkü o da gavur, Mihalakis de gavur ama o bizim gavur. Onu koruyor, kolluyor. Bunu nasıl açıklayabiliriz?

Biz çok kötü şeyler işittik ama görmedik. Mezarlar felaketti. Çirkin şeyler yaptılar, cesetleri çıkarıyorlardı. Bıçaklıyorlardı. Neden? Nedeni yok. Nedeni var aslında. Daha önce de oldu. Amele taburları vardı. Dayım, annemin abisi gitmiş. Kaç ay geçmiş. Beş ay, altı ay. Dayı gelmemiş. Ben yokum tabii o zamanlarda. Bir gün tak tak tak kapı çalıyor. Anneannem kapıyı açıyor. Bir genç insan. Çok felaket halde. Delikli bir paltosu varmış. Fakir bir dilenci sanıyorlar onu. Saçında siyah kalmamış. Anneannem kendi çocuğunu tanımıyor, “Ah zavallı çocuğum param yok” diyor. O da diyor: “Anne beni tanımadın mı?” Sonra tüm kıyafetlerini yaktılar. Çünkü oraya ölmeleri için gönderiyorlar. Aşkale’ye gitmiş, dönmüş. Çok insan gitti, gelmedi. Dayım geldi ama düşünün annesi bile onu tanımadı. Biz Türklerle iyi yaşıyorduk. Ama her zaman arada politika olunca… İşler böyle oluyor.

Bütün bunlar yaşandıktan sonra babam da öbürleri de her şeyi topladılar, toparladılar. Yeni dükkânlar açtılar. İyi geçinmeye başladık. İlk önce korku vardı, ondan sonra o da geçti. Türk arkadaşlarla birlikte korku gitti. Heybeliada’ya gidiyorduk her yaz. Okullar açıldığında İstanbul’a dönüyorduk. Her şey iyiydi ama 1964’te her şey değişti. Ona hiçbir şey yapamazsın! İsmini gazetede gördüysen gitmen lazım. O bizim son sonumuzdur.

Babamın babası Siros Adası’nda doğmuş. O nedenle biz Yunan tebaasıydık. Türk tebaasına geçmeyi de düşünmemişti. Bir zararı yoktu ki! Çalışıyordu insanlar. Dükkânı vardı. 1964’te bizi kovdular. Sürgün, sürgünüz. Annemin Türk tebaası vardı. Ama aileden baba giderse ne olacak? O zamanlarda kadınlar o kadar çalışmıyordu. Ne yapsın, biz orada kalacak mıydık? Böyle oldu zaten. Bir kişi için karar çıkıyor ama onunla birlikte 4-5 kişi gitti. Hatta anneanneler, babaanneler, dedeler. Benimkiler ölmüştü yoksa onlar da gelecekti.

1964’te hepsi hepsi boşaldı. Rumlar gitti. 1964’te gitmek zorunda olduğumuz için her şeyi satıyorduk. Ne yapacaksın? Beraberinde alamazsın çünkü buraya gelince ne bulacaksın? Nasıl taşıyacaksın? Hadi taşıdın nereye koyacaksın? O evlerin bütün eşyaları, mobilyaları, buzdolapları, her şey 10 liraysa 1 liraya satılıyordu. Geliyorlardı. “Ne kadar?” diyorlar, “Alıyorum” diyorlardı.

Taksim’de bir büro vardı. Her pazartesi akşamı çok fenaydı. Anneler, kadınlar, çocuklar orada toplanıyorlardı. Ondan sonra Yunanistan’a otobüsle geliyorlardı. Philadelphia’da bir ev bulduk. Biraz topladık evi. Bir yatak, bir masa… Annemle babam çok zorlandı. Biz çocuklar için alışmak daha kolay. Babam çok fenaydı. Uyuyordu ve sürekli konuşuyordu: “Kovmayın. Kovmayın beni, ben gidemem!” Her zaman rüyasında bunu gördü. Ölene kadar da unutmadı. Hiçbir zaman buradaki Yunancayı da konuşmadı. Biz değişik konuşuyorduk orada. Burada değişiktir. Atina’da ceket için “sakaki” diyorlar. Babam her zaman “Bana getir ceketimi” dedi. Annem de ona diyordu: “Ceket değil sakaki!” Babam “Bırak beni, sakaki değil ceket, biliyorum ceket diyeceğim!” diyordu. Çünkü oraya aitti. Babasından kalma dükkânı vardı. Bir valiziyle geldi. Bir ev bir valiz olabilir mi? Olamaz. Onun için çok çok fena şeyler çekti. Babamı ben biliyordum. Babam İstanbul’da gülüyordu, konuşuyordu. Burada değişti, nasıl derler, yıkıldı, söndü…

Kapak fotoğrafı: Dimitrios Kalumenos

Akşam İstanbul’da Çok Fena Şeyler Oldu” – 6-7 Eylül 1955’i Son Tanıkları Anlatıyor
Serdar Korucu
336 s.
İstos Yayın