Birkaç gün önce Türkiye’nin kültür-sanat ekosisteminde patlak veren ifşa dalgası, alanın dokusuna sinmiş yapısal sorunları çıplak gözle görünür kıldı. Erkek şiddetinin farklı boyutlarına dair anlatılar, süregelen kolektif sessizliği yararken, her yeni ifşa bireysel travmayı aşan kolektif bir arkeolojiye dönüştü. Bu anlatıların kıymeti, şiddetin manipülasyondan tecavüze uzanan çok katmanlı yapısını adlandırabilmesinde ama aynı çeşitlilik, olguları bağlamından koparan bir bulanıklığı da beraberinde getiriyor ve tartışmanın kavramsal netlikle yürütülmesini zorunlu kılıyor.

Feminist bir pratik olarak ifşa, Sara Ahmed’in “şikâyet” kavramsallaştırmasının somut zemini gibi çalışır: önce tekil deneyimler güven ağlarında dolaşıma girer platformların görünürlük rejiminde ivme kazanır ve kurumsal kanallara çarpınca bir “sürtünme ekonomisi”ne takılır. Usul, form ve bekletme taktikleriyle soğutulan süreç, kimi zaman fail ile şikâyet edeni yer değiştirtecek kadar tersyüz edilebilir. Türkiye’de her dalga sonrası tablo benzer: Sosyal medyada şok ve hızlı bir ortaklaşma, ardından faillerle bağlantılı kişi ve kurumların stratejik suskunluğu veya en fazla düşük maliyetli “artık onlarla çalışmıyoruz” duyuruları… Bu açıklamalar, yıllardır görünürlük ve güç mimarisini bizzat inşa eden aynı kurumların sorumluluğunu perdelemiyor; tersine itibar odaklı hasar kontrolünün çıplak hâlini teşhir ediyor. Fakat çoğu zaman hiçbir şey değişmiyor. Zira sorun, tekil kişilerin değişimiyle sarsılmayacak kadar derine, erkek ayrıcalığını ödül ve kaynak dağıtımının kalbine yerleştiren bir düzene gömülü.

Lauren Berlant’ın “zalim iyimserlik” kavramı tam burada yankı buluyor. İfşanın vadettiği umut, “yalnız değilim” bilgisinden ve kamusal tanıklıktan doğar, evet; kısa süreli bir güçlenme hissi yaratır. Ama kurumsal atalet, sektör içi ağlar ve kültürel yozlaşma bu umudu hızla tüketir; katarsis ile pesimizm arasında gidip gelen bir duygu rejimi kurulur. İfşa bu yüzden hem yaşamsal bir kamusallaştırma tekniği hem de soğurma mekanizmalarının sürekliliğini açığa çıkaran çelişkili bir pratik.

Bu salınımı en çıplak hâliyle görebilmek için en son ifşa dalgasının kalbi olan sahnenin özgül dinamiklerine bakmak gerekli. Kültür-sanat alanı çok uzun zamandır ve giderek daha fazla eleştirinin zayıflatıldığı, övgü, parlatma ve patronaj ilişkileriyle işleyen neopatrimonyal bir ağ mantığıyla çalışıyor. Görünürlük ekonomisi ve star sistemi; PR ile editoryal arasındaki geçirgenlik; sponsor-mekân-festival üçgeninde dönen karşılıklı bağımlılıklar; güvencesiz emek ve kapalı devre dolaşım… Bütün bunlar sessizliği aktif bir üretim tekniği hâline getirmez mi? Patriyarka bireysel nüfuzdan olduğu kadar bu dokunulmazlık üreten ağlardan da besleniyor.

Bu zeminde “toksik pozitivite” neoliberal duygu rejiminin başlıca aracı olarak çalışıyor. “İyi hisset” buyruğu, öfke ve adalet talebini gayrimeşru sayıp eleştiriyi “negatiflik” hatta “çekememezlik”e çeviriyor. Kültür-sanat haberciliği, ilan-haber iç içeliği ve PR metinlerinin editoryale sızmasıyla bu dili yeniden üretiyor. Özellikle medya alanında yaşanan ekonomik zorluklar elbette gerçek; ama bu bağımlılıklarla yüzleşmek yerine gönüllü bir teslimiyetin norm hâline gelişi, içeriği övgü vitrinine indirgerken kurumsal hafızayı kampanya hafızasına dönüştürüyor. Algoritmalar da sürtünmesiz, “iyi his” içeriklerini öne çıkarınca ifşalar çoğu zaman kısa, yoğun patlamalara sıkışıyor; “linç” ya da “cadı avı” etiketiyle kişiselleştirilerek yapısal tartışma rayından çıkarılıyor.

İfşanın nasıl hızla kurumsal PR’a çevrilip neoliberal sisteme içselleştirilebildiğine dair somut bir örnek, Marie Claire Türkiye’nin son dalgadaki konumlanışında görülebilir. Derginin yayın yönetmeni veya editörü olan kişinin (şimdi sildiği) Instagram post’unda  kolektif feminist öfkeyi “biz başlattık” anlatısına devşirip eşzamanlı olarak patronlarına teşekkür etmesi, Catherine Rottenberg’in tarif ettiği neoliberal feminizmin tipik bir örneğidir. Feminist talep, markalaşmış bir kadın dostu imajın aksesuarına dönüştürülmek isteniyor; üstelik aynı mecra kadınlığı tüketim nesnesine indirgeyen görsel ekonomisini sürdürürken! Tam da bu nedenle görünürlük ve finans akışını koklayan dergi, marka ve kurumların bu enerjiyi kendilerine mal etmelerine karşı dikkatli olmamız gerekiyor. Sermayeye, reklam pazarına ve marka ekosistemine doğrudan entegre bu mecralarda patriyarkanın sınıfsal damarının görünür kılındığına rastlamak mümkün değildir. Sınıf, göçmenlik ve güvencesiz emek hattını açığa çıkaran her analiz patronları ve reklam vereni rahatsız edeceği için buralarda yer almaz. Sahne arkası, set ve mekân emekçilerinin deneyimi sayfalara nadiren taşınır. Yani buradaki “feminizm” seçiçi bir feminizimdir. Bu yüzden hareketin öznesi veya dostu olamaz en fazla stratejik bir dağıtım aracı olarak kullanılabilirler. Asıl temsil ve meşruiyet bu mecralara değil, kolektiflere ve mağdurlara ait olmak zorundadır.

Toksik pozitiviteyi sürekli besleyen damar ise, çağımızın en büyük sorunlarından network kültürü. Eleştiri, erişim ve aidiyet karşılığında takas edilen bir meta hâline geliyor; sanatçı-editör ilişkisi mesafesini kaybediyor; sosyal medyadaki kulis fotoğrafları ve “biz” dili ağ içi aidiyetin ritüellerine dönüşüyor. Röportaj metinlerinin menajer onayına gönderilip “makyajlanması”, kamusal sorumluluğun imaj yönetimine feda edilmesinin en görünür örneklerinden. Böylece alanın özerkliği zayıflıyor; simgesel sermaye birikimi görünürlük rantına bağlanıyor; eleştiri kurumsal imajı cilalayan bir itibar aracına dönüşüyor. Oysa etik mesafe güvenilirliğin asıl sigortası değil midir? Lisa Lazard’ın “Kim konuşabiliyor ve kim duyuluyor?” sorusu da burada kritik bir yerde duruyor: dokunulmazlık çoğu zaman yetkinlikten çok ağ içi konuma, sponsorlara ve küratöryel geçişlere bağlı. İfşanın hem gücü hem de zayıflığı tam da bu görünmez devreleri “anlık” ortaya çıkarmasında.

Bununla birlikte, ifşanın kendi sınırlarını görmezden gelirsek enerjimizi sisteme yedekleme riski büyür. Öfke kolayca birkaç görünür isme yığıldığında “kötü elma”lar manşet olur, koca bahçe yerinde kalır. Ses ve risk eşitsizliği gerçeği de ortada: daha yüksek kültürel sermayeye sahip olanlar daha gür duyulurken güvencesiz, göçmen ve azınlık kadınların anlatıları aynı yankıyı bulamıyor zira ünlülük müessesesinin cazibesi tüm dikkatleri kendi üzerinde topluyor. Üstelik “kabul edilebilir mağduriyet” sınıfsal bir katmanda da işliyor; fiziksel şiddet “kanıtlanabilir” sayılırken, beyaz yakalı ortamlardaki psikolojik şiddet ve mobbing rahatlıkla “abartı” etiketiyle geri püskürtülüyor. Neoliberal özümseme de eleştiriyi emip markalaşmış bir “güçlendirme” diline çeviriyor, kolektif öfkeyi kampanyalara, özel sayılara ve pırıltılı hikâyelere dönüştürüyor; söylem yenilenirken altyapı aynı kalıyor. Medyanın hızına kapılan dalgalar kurumsal dönüşüme bağlanamadığında tükenmişlik üretir; ifşa sorunu işaret eder ama kendi başına çözüm kurmaz.

Bu yüzden bir yöntem olarak ifşayı nihai hedef değil bağımsız etik kurulların, şeffaf ve bağlayıcı soruşturma protokollerinin, sendikal şikâyet hatlarının ve hukuki süreçlerin önünü açan bir baskı aracı olarak kullanmak gerek. Hikâyeyi tekilden çoğula, nitelikten niceliğe, vakayı protokole, duyguyu kurala, anlık öfkeyi somut talebe dönüştürmek zorundayız. Somutluk diyorum, çünkü dönüşüm sadece maddi hedeflerle mümkün; yani bağımsız denetim, kurumlara hesap soran mekanizmalar, mağdurlar için dayanışma ağları, güvenceli çalışma koşulları ve alanın tamamında geçerli, uygulanabilir ceza politikaları. Yüksek profilli isimlere sıkışmadan, sınıf, etnisite ve göçmenlik statüsüyle katmanlaşan tüm şiddet biçimlerini aynı ağda tutan kalıcı dayanışmalar kurmak. Aynı anda network kültürünün erittiği editoryal mesafeyi yeniden tesis etmek; PR ile editoryal arasına görünür duvarlar koymak ve meşruiyeti starları pohpohlama yoluyla değil, kamu yararı ilkesiyle kazanmayı hedeflemek. Bu ortamı mümkün kılan düzeneklere daha fazla odaklanmalıyız.

Özetle: İfşa, başlangıçtaki katartik gücüyle değerli ama gerçek güç, o enerjiyi örgütlü ve maddi dönüşüm hedeflerine bağlayabildiğimiz ölçüde açığa çıkar. Başarıyı sendikal taleplerde, toplu eylemlerde, bağımsız etik kurulların kurulmasında, şeffaf protokollerin uygulanmasında ve medya-ekonomi ilişkisinin dönüştürülmesinde aramak gerek. Ancak o zaman tek tek kişileri yerinden etmekle yetinmeyip bu davranışları durmadan üreten düzenekleri hedef alır ve katarsisten pesimizme savrulan sarkacı duygudan politik eyleme çevirebiliriz.

Fotoğraf: Twitter @ sahraatila