Sineklerin Tanrısı, tamamen kurmaca bir hikâye. 1951 yılında İngiliz öğretmen William Golding’in aklında şekillenmiş. Bir gün karısına, “Issız bir adaya düşen bir grup gencin neler yapabileceğini, birbirlerine karşı gerçekten nasıl davranacaklarını anlatan bir hikâye yazmak iyi bir fikir değil mi? Ne dersin?” diye sormuş.
Aslında kitabın neden bu kadar büyük bir başarı elde ettiği kolayca anlaşılabilir. Golding, bir insanın neler yapabileceğini benzersiz bir biçimde gösteriyordu. Yayıncısına gönderdiği mektupta, “Temiz bir sayfayla başlasak bile doğamız yüzünden her şeyi berbat ediyoruz,” diye yazmıştı.Ya da daha sonra ifade ettiği gibi: “İnsan, arının bal üretmesi gibi kötülük üretir.
Dönemin ruhunun da bu yaklaşımı desteklediğini unutmamalıyız. Altmışlı yılların genç kuşağı, ebeveynlerine İkinci Dünya Savaşı’ndaki korkunç olayları sormaya başlamıştı. Auschwitz bir istisna mıydı? Yoksa her birimizin içinde bir Nazi mi vardı? William Golding, Sineklerin Tanrısı kitabında bu ikinci ihtimali desteklemiş ve büyük bir başarı elde etmişti.
Bugün Sineklerin Tanrısı, bir romandan çok daha fazlasını ifade ediyor. Anlatılanlar elbette kurgu; kitap kütüphanelerde “kurgu roman” raflarında yer alıyor. Ancak kitap, cila teorisine sağlam bir örnek teşkil ediyor. Golding, gerçekçi bir çocuk kitabı kaleme alan ilk cesur yazar olarak kabul edildi. Yazdığı kitap, bozkırdaki evler ya da küçük prensler gibi duygusal hikâyelerle ilgisi olmayan bir yapıttı.
Bu romanı çocukken okumuştum. Beni ne kadar üzdüğünü ve uzun süre aklımdan çıkaramadığımı hatırlıyorum. Golding’in insana, çocukların doğasına bakışından bir an bile şüphe duymamıştım.
Yıllar sonra, kitabı tekrar okuduğumda bazı şeyler beni rahatsız etti. William Golding’in hayatını araştırdım. Zor bir hayatı olmuştu. Alkolikti, depresyona meyilliydi, öğrencilerine şiddet uyguluyordu. “Nazileri gayet iyi anlıyorum, çünkü benim yapım da onlarınkine benziyor,” diye itirafta bulunduğunu da okudum. Dolayısıyla artık Sineklerin Tanrısı’nı kısmen “kendi zavallı benliği”nden esinlenerek yazdığını düşünüyorum.
Acaba bir bilim insanı gerçekten çocukların ıssız bir adaya düşmeleri halinde nasıl davranacaklarını araştırmış mıdır?
Gerçek Sineklerin Tanrısı’nı araştırmam ondan sonra başladı.
*
Bazen şansınız yaver gider. Bir gün, gazete arşivlerini karıştırırken yanlışlıkla bir tarih girdim ve altmışlı yılların içine düştüm. The Age gazetesinin 6 Ekim 1966 tarihli haberine ulaştım. Manşet şuydu: “Tonga Kazazedeleri İçin Bir Pazar Gösterisi”
Haber, altı çocukla ilgiliydi. Üç hafta önce Pasifik Okyanusu’nda, Tonga’nın güneyindeki Ata Adası’nda bulunmuşlardı. Avustralyalı gemici Peter Warner onları bir yıl sonra kurtarmıştı. Hatta onların macerasını anlatmak için bir televizyon kanalı bile çağrılmıştı.
Gazetede şöyle yazıyordu: “Çocukların hayatta kalma macerası, şimdiden denizle ilgili en büyük klasik hikâyelerden biri olarak kabul ediliyor.”
Kafamda binlerce soru vardı: Çocuklar hâlâ hayatta olabilir miydi? Televizyon programını bulabilir miydim? Artık en azından kaptanın adını biliyordum: Peter Warner. Acaba hâlâ yaşıyor muydu? Dünyanın öbür ucundaki yaşlı bir adamın yaşayıp yaşamadığını nasıl öğrenebilirdim?
Kaptanın adını biraz daha araştırınca bir sürprizle daha karşılaştım. Avustralya’da çıkan küçük bir yerel gazete olan Daily Mercury’de şu başlık vardı: “Denizciler 50 Yıllık Arkadaşlıklarını Kutluyor”
Yazının altında, gülümseyen iki adamın küçük bir fotoğrafı vardı. Biri kolunu diğerinin omzuna atmıştı. Yazı şöyle başlıyordu:
Lismore yakınlarında, Tullera’daki muz plantasyonlarının içinde sıra dışı bir şekilde arkadaş olan iki kişi oturuyor. […] Gözlerinin içi gülüyor ve yaşlarından beklenmeyecek kadar enerjikler. Biri 83 yaşında ve zengin bir sanayicinin oğlu, diğeri ise 67 yaşında. İsimleri: Peter Warner ve Mano Totau. Nereden mi tanışıyorlar?
Issız bir adadan!
Peter o gün terk edilmiş Ata adasında tuhaf bir şeyler olduğunu fark etmiş. Dürbünüyle baktığında önce yeşil bölgelerin yanmış olduğunu görmüş. Tropik bölgelerde böylesine yangınların görülmediğini biliyormuş, o yüzden adaya gidip bakmaya karar vermiş. Adaya batısından geldiğinde geminin güvertesinden bir ses duymuş. Adamlarından biri, “Birisinin bağırdığını duydum,” demiş. Peter, “Saçmalama, kuşların çığlığıdır,” demiş.
Tam o anda dürbününden, saçları omuzlarına düşen çıplak bir çocuk görmüş. Bu vahşi yaratık kayaların üstünden denize atlamış. Onu bağırıp çağıran başka çocuklar takip etmiş. Peter, adamlarına silahlarını hazırlamalarını söylemiş. Polinezya’da ağır suçluları böyle ıssız adalara terk ettikleri aklına gelmiş.
O sırada ilk çocuk yüzerek gemiye yanaşmış. “Adım Stephen,” diye bağırmış mükemmel bir İngilizceyle, “altı kişiyiz ve 15 aydır burada olduğumuzu düşünüyoruz.”
Peter önce inanmamış. Gemiye çıkan çocuklar, Tonga’nın başkenti Nuku’alofa’da bir yatılı okulda öğrenci olduklarını, okulda yemeklerin kötü olduğunu anlatmışlar. Bir gün kiraladıkları sandalla denize açılmışlar ve fırtınaya yakalanmışlar.
Peter bu hikâyeye inanmamış. Telsiz yardımıyla Nuku’alofa’yla iletişime geçmiş. “Yanımda altı çocuk var,” demiş, “isimlerini versem, gerçekten o okulun öğrencileri olup olmadıklarını kontrol ettirebilir misiniz?”
“Beklemede kalın,” diye cevap vermişler. İki dakika geçtikten sonra cevap gelmiş.
Peter’ın gözleri bize bunları anlatırken doluyor: “Telsizin karşı tarafındaki adam duygusallaştı, ‘Onları buldunuz mu?’ diye sordu. ‘Çocuklardan ümidi kesmiştik, hatta cenaze törenlerini bile yaptık, demek siz onları buldunuz!’”
Kaptan Peter, hatıra defterine, “Biz adaya gelene kadar çocuklar burada bostan yapmış, su toplamak için ağaç gövdelerini oymuş, küçük bir komün oluşturmuşlardı, spor yapmak için farklı ağırlıklar yapmışlar, badminton sahası, tavuk kümesleri kurmuşlardı ve sönmesine izin vermedikleri bir ateşleri vardı,” diye yazmıştı.
Daha sonra çocuklardan biri, iki tahta parçasıyla büyük uğraşlar sonucunda ateş yakmayı başarmıştı. Sineklerin Tanrısı’nda çocuklar ateş konusunda kavgaya tutuşur ancak gerçek Sineklerin Tanrısı’nda çocuklar bu ateşin neredeyse bir yıl boyunca yanmasını sağlamışlar.
İkişerli olarak çalışmaya başlamış ve bir şema hazırlamışlardı. İkisi bostanda çalışıyor, ikisi yemek pişiriyor, diğer ikisi de gözetleme görevini yerine getiriyordu. Bazen aralarında tartışma çıkıyor ama böyle anlarda bir süreliğine birbirlerinden ayrılıyorlardı. Sakinleşinceye kadar biri adanın bir ucuna, diğeri başka ucuna gidiyordu. “Yaklaşık dört saat sonra tartışanları bir araya getiriyorduk,” diye anlattı Mano. “‘Tamam, şimdi birbirinizden özür dileyin,’ diyorduk, bu şekilde birbirimizle arkadaş kalmayı başardık.”
Çocuklar her güne şarkı ve duayla başlıyor ve günü yine o şekilde bitiriyorlarmış. Gençlerden biri olan Kolo, parçalanmış teknenin tahtalarını, iki yarım hindistancevizi kabuğu ve altı tel kullanarak bir tür gitar yapmış. Peter o gitarı hâlâ saklıyor. Kolo’nun gitarı, çocukların cesaretlerini kaybetmemelerini sağlamış.
Bu cesarete ihtiyaçları vardı. Yaz aylarında neredeyse hiç yağmur yağmıyor, susuzluktan deliriyorlardı. Çocuklar adadan ayrılmak için bir sal yapmışlar ama dalgalar onu da parçalamıştı. Bir keresinde kuvvetli bir fırtınada büyük bir ağaç, kaldıkları kulübenin üstüne düşmüştü.
Bir başka gün de her şey ters gitmişti. Ayağı kayan bir çocuk uçurumdan düşerek bacağını kırmıştı. Çocuklar dikkatle aşağı inip onu yukarı çıkarmışlardı. Çocuğun bacağını ağaç dalları ve yapraklarıyla sardılar. Sione, “Dert etme,” dedi, “biz senin işlerini yaparız, sen burada Kral Taufa’ahau Tupou gibi yat, dinlen!”
Gerçek Sineklerin Tanrısı hikâyesi, iyi bir hikâyeydi.
Çocuklar kurtarıldı, Tonga’da aileleriyle buluşma ânındaki sevinç müthişti. Ha’afeva Adası’nın neredeyse bütün sakinleri, yaklaşık dokuz yüz kişi kıyıda onları bekliyordu. 1966 yılında çekilen belgeselde “Eğlencenin biri bitiyor, biri başlıyor,” deniliyordu.
Peter kahraman ilan edilmiş. Kısa süre sonra Kral IV. Taufa’ahau Tupou kaptanın yeniden huzuruna gelmesini istemiş. Kral, “Altı vatandaşımın hayatını kurtardığın için sana minnettarım,” demiş, “benim senin için yapabileceğim bir şey var mı?”
Kaptanın fazla uzun düşünmesi gerekmemiş. “Elbette var! Sizin sularınızda ıstakoz avlamak ve burada bir şirket kurmak isterim.”
Kral kaptana izin vermiş. Peter Avustralya’ya geri dönmüş, babasının şirketindeki işinden ayrılarak yeni bir tekne yaptırmış, sonra altı genci çağırmış ve onlara dünyayı gezme imkânı sunmuş. Sione, Stephen, Kolo, David, Luke ve Mano, Peter’ın yeni balıkçı teknesinin mürettebatı olmuşlar. Teknenin adı mı? Ata.
İşte gerçek Sineklerin Tanrısı bu.
Gerçek Sineklerin Tanrısı, arkadaşlığın, sadakatin hikâyesi; birbirimize güvendiğimizde nelerin üstesinden gelebileceğimizin anlatıldığı gerçek bir hikâye. Elbette bu tek bir örnek ama milyonlarca çocuğa Sineklerin Tanrısı kitabını okutuyorsak, onlara bir de ıssız adada kalan çocukların gerçekten neler yaşadıklarını anlatmalıyız. Tonga’daki St. Andrew’s Lisesi’nin sosyal bilimler öğretmeni, “Derslerimde bu çocukların hayatta kalma hikâyesini örnek olarak sık sık anlatıyorum,” diyor, “öğrencilerim bu hikâyeye bayılıyorlar.”
Ya Peter ile Mano? Onlar görüşmeye devam etmişler. Bugün Lismore yakınlarındaki Tullera muz plantasyonlarına giderseniz onlara rastlayabilirsiniz. Güler yüzlü iki yaşlı adam, elleri birbirlerinin omzunda. Biri büyük bir sanayicinin oğlu, diğeri daha mütevazı bir aileden geliyor ama ömürlük bir dostluğa sahipler.
Eşim, Peter’ın fotoğraflarını çektikten sonra kaptan yerinden kalkıp dolapta bir şeyler aramaya başladı. Ardından elime bir tomar kâğıt tutuşturdu; çocukları ve torunları için hatıralarını kaleme almıştı.
İlk cümlesini okudum. “Hayat bana,” diye başlıyordu, “her zaman insanların içindeki iyiliği ve olumlu yönleri aramak zorunda olduğumuz da dahil olmak üzere çok şey öğretti.”
[Rutger Bregman, Çoğu İnsan İyidir, Can Yayınları]