Roman bir yağmur damlasıyla başlıyor. O küçücük damlanın üç hayatı birbirine bağlaması fikri sana ilk nasıl geldi?
Yağmur damlası, hayatın ne kadar kırılgan ve aynı zamanda birbirine bağlı olduğunu simgeliyor. Bir damlanın, farklı zaman ve mekânlarda yaşayan insanları nasıl etkileyebileceği fikri beni derinden düşündürdü. Doğanın gücü ve insan hayatının akışı arasındaki bu bağlantı, yazım sürecinde ilham verici bir metafor oldu. Her bir damla, farklı hikâyeleri, duyguları ve deneyimleri temsil ediyor; bu da onları bir araya getiriyor. Çünkü hiçbir damla yok olmuyor. Her damla buharlaşıp tekrar ve tekrar dönüyor dünyamıza. Minnacık bir damlanın tarih boyunca yolculuğu, aslında mucizevi bir yolculuk.
Arthur (19. yüzyıl Londra), Narin (2014 Türkiye), Zaleekhah (2018 Londra). Üç karakteri seçmendeki ilham kaynağı neydi?
Bu üç karakter, farklı kültürel ve tarihsel bağlamları temsil ediyor. Arthur, sanayi devriminin getirdiği değişimlerin ortasında kaybolmuş çok özel yetenekleri olan bir birey, yoksulluk ve yoksunluk içinde büyümüş. Narin, yaşadığımız coğrafyanın karmaşası içinde Ezidi bir kız çocuğu olarak bir yandan var olma ve hayatta kalma mücadelesi içinde diğer kimlik arayışında. Zeliha ise geçmişin izleriyle, travmasıyla, bugünün Londra’sında yaşayan bir bilim kadını. Bu karakterler aracılığıyla, zamanın ve mekânın nasıl insanları şekillendirdiğini ve onları nasıl bir araya getirdiğini keşfetmek istedim. Her biri, kendi içinde derin bir hikâye barındırıyor.
Bu üç karakterden en çok hangisinin hikâyesi seni etkiliyor?
Yaklaşık üç yıl bu karakterlerle yaşadım. Ayrım yapmam çok zor. Her karakterin kendine özgü derinlikleri var ancak Arthur’un hikâyesi bilhassa benim için çok özel bir yerde, Narin kalbimde taht kurdu, Zeliha ise zihnimde. Nitekim arada yüzyıllar olmasına rağmen bu iki hikâye bir yağmur damlasıyla birbirine bağlanıyor. Bu karakterler aracılığıyla hem bireysel hem de kolektif hikâyeleri anlatmanın önemine inanıyorum.
Narin’in hikâyesinde Ezidi kadınların yaşadığı travmayı yazmak seni nasıl etkiledi? “Ben bu acıyı aktarmakta yetersiz kalabilirim” diye düşündüğün an oldu mu?
Olmaz olur mu? Ezidiler, sürekli katliam ve soykırıma maruz kalmış Ortadoğu’nun en çok ezilmiş, dışlanmış ötekileştirilmiş kültürlerinden, bunca acıya rağmen direnmiş kadim bir topluluk. Narin’in hikâyesi, Ezidi kadınların yaşadığı derin travmayı ve acıyı anlamak için önemli bir pencere açtı bana. Her yazar, bu tür acıların aktarımında zorluklar yaşayabilir çünkü yaşanan travmalar, kelimelerle ifade etmenin ötesinde bir derinliğe sahiptir. Yazarken empati kurarak ve gerçek yaşam hikâyelerinden yola çıkarak bu travmayı aktarabilmeye çalıştım.
Kitabın merkezinde “bir damla su” yer alıyor. Su üzerinden hafıza temasını nasıl düşünüyorsun? Bu sembolü seçmen özel bir anlam taşımış olmalı.
Kitabın merkezinde yer alan “bir damla su” sembolü, hafıza ve yaşamın sürekliliği açısından önemli bir anlam taşıyor. Su, hem hayat verici bir unsur hem de hafızanın akışkan doğasını simgeliyor benim için. Su üzerindeki hafıza teması, geçmişin izlerinin ve anıların nasıl şekillendiğini ve zamanla nasıl dönüştüğünü vurguluyor. Narin’in hikâyesi aracılığıyla, suyun yaşam ve acı arasındaki bağlantısını keşfetmek istedim. Suyun sembolik kullanımı, hem bireysel hem de toplumsal hafızayı derinlemesine incelememi sağladı. Suyun akışı, zamanın geçişini ve hafızanın sürekli evrimini simgelerken, aynı zamanda bu travmaların nasıl kuşaktan kuşağa aktarıldığını da gösteriyor.
Neden özellikle Ninova’yı seçtin? O kaybolan kütüphane ile günümüz arasında nasıl bir köprü kuruyorsun?
Ninova’yı seçmemin nedeni, bu antik şehrin hem tarihsel hem de mitolojik derinliği. Kaybolan kütüphane ya da kayip Gılgamış Destanı dizeleri bilgiye, bilgelik ve insanlık tarihi boyunca birikmiş anılara ev sahipliği yapan bir sembol olarak günümüz ile geçmiş arasında bir diyalog başlatıyor. Günümüzde de bilgi, kültür ve hafıza arayışı devam ediyor; bu nedenle Ninova’nın efsanevi kütüphanesi, kaybolmuş olanın peşinden koşmanın ve onu yeniden inşa etmenin bir simgesi gibi göründü bana. Hikâyemde, Ninova’nın kaybolmuş bilgeliği ile günümüz insanının arayışlarını birleştirerek, geçmişle bugün arasında bir bağ kurmaya çalıştım. Modern insanın, geçmişin derinliklerinden gelen hikâyelere ve bilgilere olan özlemi, bu köprüyü güçlendiriyor. Her birey, geçmişin izlerini taşır; bu izler, suyun akışı gibi, hayatın içinde sürekli olarak şekillenir ve dönüşür. Bu bağlamda, mitoloji ve modern hikâye birbirini besleyerek insan olmanın karmaşık doğasını anlamamıza yardımcı oluyor.

Antik Ninova’da bir kütüphane kayboluyor. Bugün dijital çağda “hafızamızın” çok daha kırılgan olduğu söyleniyor. Sence günümüzün Ninova’sı nedir?
Günümüzün Ninova’sı belki de hem sosyal medya hem de dijital arşivlerin karmaşık etkileşiminde gizli. Antik Ninova’da kaybolan kütüphane, bilgelik ve bilgi hazinesinin sembolüydü; bugün ise dijital çağda bu bilgiye ulaşmak, parmak uçlarımızda. Ancak, bu erişim kolaylığı, aynı zamanda hafızamızın kırılganlığını da beraberinde getiriyor.
Sosyal medya, anlık paylaşımların yapıldığı bir platform olmasının ötesinde, kolektif hafızamızın bir parçası hâline geldi. Ancak bu hafıza çoğu zaman yüzeyselliğe ve geçiciliğe mahkûm. Her gün binlerce içerik üretiliyor fakat bu içeriklerin kalıcılığı ve derinliği sorgulanabilir. İnsanlar, anlık duygularını ve düşüncelerini paylaşıyor fakat bu paylaşımlar, zamanla kaybolup gidebiliyor. Dijital medyada dolaşan her bilgi bizi gerçekten bilgili yapmıyor. Enformasyon illa bilgelik getirmiyor. Bir konuda bir şeyler okumak bizi o konuda bilgili yapmaya yetmiyor. Enformasyon ile bilgi, bilgi ile bilgelik, bilgelik ile erdem arasında zorunlu bir ilişki yok maalesef. Hız çağında biraz daha yavaşlamaya, bilgiyi derinlemesine almaya çalışmamız gerekiyor. Dijital arşivler bilgiye ulaşma konusunda büyük bir potansiyele sahip. Ancak bu arşivlerin bir yan etkisi var: Bilgi bombardımanı. Günümüzde herkes bilgi üreticisi ama bu bilgilerin hangisinin değerli olduğu, hangisinin kalıcı olacağı belirsiz. Hafızasızlaşmış bir toplum, bu anlamda, geçmişin izlerini kaybetmeye ve anılarını unutmaya daha yatkın hâle geliyor.
Dolayısıyla günümüzün Ninova’sı, bu karmaşık dengeyi kurmaya çalıştığımız bir alan. Hem sosyal medyayla anlık hafızalarımızı oluşturuyoruz hem de dijital arşivlerde geçmişin izlerini bulmaya çalışıyoruz. Ancak bu süreçte gerçek, derin ve kalıcı olanı nasıl koruyacağımızı sorgulamak zorundayız. Asıl mesele, bu dijital dünyanın içinde kaybolmadan, insan olmanın özünü ve erdemini, geçmişin değerini unutmamakta yatıyor.
Kadınların su taşıyıcıları ve hafıza bekçileri olduğu fikri seni nasıl etkiledi? Feminist bakış açısından bu temayı nasıl değerlendiriyorsun?
Kadınların su taşıyıcıları ve hafıza bekçileri olduğu fikri, benim için derin ve çok katmanlı bir anlam taşıyor. Su, yaşamın kaynağı ve kadınlar, tarih boyunca bu yaşamı sürdüren, taşıyan ve besleyen figürler olarak önemli bir role sahip oldu. Su taşıyıcılığı, sadece fiziksel bir eylem değil; aynı zamanda kültürel ve duygusal bir mirası da taşımak anlamına geliyor. Kadınlar, ailenin ve toplumun hafızasını koruyarak geçmişle geleceği bir araya getiren köprüler hâline gelirler.
Feminist bakış açısından değerlendirdiğimizde, bu tema, kadınların tarihsel olarak nasıl marjinalleştirildiği ve seslerinin nasıl kısıtlandığıyla da bağlantılıdır. Su ve hafıza, toplumsal cinsiyet rollerinin derinlemesine incelenmesini sağlıyor. Kadınlar, çoğu zaman toplumun beklediği roller çerçevesinde, duygusal ve kültürel yükleri taşıyan kişiler olarak öne çıkıyor. Bu durum, onların güçlerini ve dayanıklılıklarını ortaya koyarken, aynı zamanda toplumsal yapı içindeki hiyerarşiyi de sorgulamamıza yol açıyor.
Kadınların hafızayı koruma görevleri, geçmişin bilgeliğini gelecek nesillere aktarma sorumluluğunu üstlenmeleriyle birleşiyor. Bu bağlamda, kadınların su taşıyıcısı olması, bir metafor olarak, onların hayatın akışındaki rollerini, toplumsal yapı içindeki yerlerini ve tarih boyunca verdikleri mücadeleleri simgeliyor. Bu tema, kadınların sadece taşıyıcı değil, aynı zamanda yaratıcı ve dönüştürücü güçler olduğunu da hatırlatıyor.