Dostoyevski okuduğum zaman üzerime inanılmaz bir ağırlık çöküyor, olduğum yerde kalıyorum. Yorgunluk, güçsüzlük ve artık hiçbir şeyin peşinden yürüyemecek kadar -güvensizlik demeyeyim de- bıkkın olma hâli. Tam olarak sona ya da sondan bir adım önceye benzeyen bu durağan görünüş birden mucizevi bir enerjiye, yaşamaya yakışan bir umuda, her şeyi başarabilecek kadar yoğun bir kuvvete, kudrete dönüşüyor, kısa sürede oluyor bu. Çabucak oluyor, uçurumun kenarından karşıya kocaman bir adımla geçip hemen arkadaki ölümcül tehlikeyi umursamadan aydınlığa koşar gibi. Cesaret de denilebilir ama öyle bilgisiz, hissiz, kaba saba olanından değil. Her şeyin farkında olup umursamayı istediğim kadar umursadığım, gerisini ciddiye almadığım keyifli bir cesaret, korkuyu esir alan akıllı bir cesaret. Raskolnikov’un zaman zaman diğer insanlara dil çıkarmak istemesi gibi bir cesaret. Yalan söylemeden yalanı tarif edebilmek kadar zekice bir cesaret.
***
Dostoyevski yapıyor bunu, her tarafı aynaya dönüştürüp bütün gerçekleri en yalın hâlleriyle ortaya döküyor. İşte bu sonsuz aydınlık insanı hemen kendiyle buluşturuyor. Çarçabuk umuda dönüşebilen bir anlamlar yumağı zerk ediyor ruhuna, bu kadar geniş kalıp bir fark etme, kavrama hissiyatı uzun sürecek bir ilaç etkisiyle ayağa kaldırıyor insanı.
Edebiyatın insanlıkla ilişkisi akıl almaz bir devinim içinde. Şu söylediklerimin tam tersini hisseden, bir roman karakteriyle karşılaştığında telaşa kapılan, tragedyaların bir köşesinde iyice dibe vuranlar biliyorum. Sırf bu yüzden bazı yazarların, bazı romanların zamanın ritmi içinde yeniden okunması, yeniden güneşe çıkarılması gerektiğine inanıyorum. Bana göre en kıvamsız roman bile hak etmiyor okuyanın hadsizliğini. Evet, kendinle kavganı, mutsuzluğunu bir romana yüklemek hadsizlik.
Şimdi gelelim bayram değil seyran değil, nereden çıktı bu acemi edebiyat analizi sorusuna? İş mi yani Dostoyevski muhabbetini günün kucağına teslim etmek? Hem de yaşadığımız topraklar düşüncenin sessiz devrimini çoktan ıskalamışken.
Bostancı İstasyonu, hafif yağmur var -hikâyelere uğrayan cinsten- nemli, yapış yapış bir gün. Tren bekleyen insanların tamamı bir şiire, romana, tiyatro oyununa konu olacak kapasitede, kişisel tavırları, duruşları, bekleyişleri kesinlikle böyle. Sadece ben o gözle bakıp öyle görüyorum diye değil, atmosfer böyle, toplu bir eylem, birlikte alınmış bir karar varmış gibi, hepsi seçtikleri bir rol kişisinin içinde. Tuhaf bir şey söyleyeyim mi, tamamı bunun farkında sanki, rollerini seviyor gibiler. Köşede, reklam panosunun altındaki bankta epey yaşlıca bir hanımefendi oturuyor. Hiç sebepsiz göz göze gelmenin mecburiyetiyle “Merhaba efendim” dedim. “Merhaba,” dedi, küçük bir sessizlik ve “siz de benim gibi insanları inceliyorsunuz, fark ettim” dedi. “Öyle bakınıyorum tren gelene kadar, aslında trende de devam ediyorum, haklısınız genelde insanları incelemeyi severim, alışkanlık.” “Şu adama dikkat ettiniz mi?” diye sordu, “sarı çizgilerin tam ortasında duran, ayakta tost gibi bir şeyler yiyor? İki yanağı da oynuyor, çenesinin iki yanıyla da çiğniyor, demek ki iki taraftaki dişleri de sağlam.
***
Benden genç ama yine de yaşı var, önemli bir şey bu, çenenin iki tarafını da kullanabilmesi.” Yeminle ne diyeceğimi bilemedim, hım hım benzeri sesler çıkardım. Ne acayip bir detay diye düşündüm, kim dikkat eder ki buna? Adam ona baktığımızı fark etti, bir anlam veremedi, küçük bir iki adımla yerini değiştirdi, tamamen refleksti bu. “Rahatsız ettik” dedim hanımefendiye, “düzgün bir insana benziyor.” Bir şey söylemedi, kafasını başka yere çevirdi, ben de tıpkı adamın yaptığı gibi birkaç küçük adımla durduğum yeri değiştirdim. Tren geldi, gün ortası olduğu için boş gibiydi, hep beraber bindik, sadece kadın oturduğu yerden kalkmadı. Camdan son kez göz göze geldik. İneceğim durağa tam 27 dakika var. Herkesin elinde akıllı telefonlar, kayıp kız çocuğunun cansız bedeni bulundu haberlerine bakıyorlar, kendi aralarında yorumluyorlar, bazıları sosyal medyaya yorum yazıyor. Ekrana fazla baktığını düşünenler kapatıp biraz etrafı inceliyor, camdan bakıyor sonra dayanamayıp tekrar telefona dönüyor. Adam tostun dibinde kalan peçeteyle dudaklarını silip çöpü buruşturdu, elinde tutuyor, bir tek onun akıllı telefonu yok, varsa da cebinde herhâlde.
***
İnsan boş bir sayfadır lâfını okumuştum bir yerde, öyle mi acaba? Toplu hâlde benzer şeyleri yapmanın, kalabalıkların birlikte aynı şeyleri hissetmesinin sebebi bu mu, boş bir sayfa? Belki de öyle.
Zaman çok yavaşladı bir anda, tren sıradaki durakta duracak, bu yüzden diye düşündüm ama hep durduğu yerde durmadı, tuhaf. Sonra diğer duraklar, hiçbirinde durmadı, nasıl olur? Daha da tuhafı benden başka kimse umursamıyor, kimse istifini bozmuyor. Roman tadında başlayan gün kâbusa dönmek üzere. Bir tünelin içine girdik, raylardan gelen gürültü arttı, bir aksilik olmalı, birazdan anons yapılır, en azından insanlar telaşlanmasın diye. Kimse telaşlanmıyor, alıştıkları, bildikleri bir durum sanki. İlk durakta ineceğim, neresi olduğu fark etmez, gideceğim yere gitmesem de olur. Bu bilinmezlik hâlini hiç sevmem, neyse ne, kapıya yaklaşmak en iyisi. Nihayet durdu, kapılar açıldı, bir tek ben indim, hiç bilmediğim bir durak, olsun. Şimdi istasyonda sadece iki kişiyiz, yaşlıca hanımefendi ve ben. Yine göz göze geldik, selam verdim, hiç konuşmadan merdivenlere doğru yürümeye başladım. Aslında hiç binmediğim bir trenin bütün yüküyle evin yolunu tuttum. Düşündüm de boş bir sayfayız gerçekten, bomboş bir sayfa.