Dünya’nın 4,5 milyar yıldır kozmik valsini yaptığı varoluşun engin tiyatrosunda insan deneyimi kısacık bir fısıltıdan ibaret maalesef. Bilemediğin önünü ve hatırlamak istemediğin sevimsiz arkasını çıkarsan, topu topu ortalama 50 yıllık ömrümüz bu akılalmaz zaman çizelgesiyle yan yana getirildiğinde neredeyse önemsiz bir ayrıntı gibi görünüyor. Yine de bu 50 yıl içinde gülüyoruz, ağlıyoruz, seviyoruz, umutsuzluğa kapılıyoruz, hayal kuruyoruz ve çabalıyoruz. Kozmik zamanın bu göz kırpışına çok fazla yoğunluk sığdırdık. İnsan merak etmeden duramıyor; “hayat” denen bu geçici ve yer yer flu bilinmeze neden bu kadar anlam yüklüyoruz?
Seçilmiş fâniler olarak, varlığımızın ve onun geçici doğasının farkında olma konusunda eşsiz bir kapasiteye sahibiz. Yaşanan her an, düşünülen her düşünce, yapılan her plan ve özlem duyulan her dilek, sınırlı zamanımızın sınırları içinde gerçekleşiyor, sevinç ve melankoliyi bazen aynı nefeste bile yaşarız. Ve yine de tüm bu duyguların ve deneyimlerin ortasında sürekli olarak anlam ararız. Bile bile lades dedikleri de bu olsa gerek. Kendimize “Gerçekten yaşadım mı?” diye sormak için bahanemiz de çok. Üzüntünün sancıları, kederin derinlikleri, doyumsuz açgözlülüğün coşkulu heyecanı, hepsi buna değer miydi? Çelişki yaşamın kısalığında değil, ondan derinlik elde etmeye yönelik amansız arayışımızda yatıyor boylu boyunca. Kozmik bir perspektiften bakıldığında, çabalarımız önemsiz görünebilir. Ancak bireysel deneyim açısından bakıldığında her an derindir. Anılarla, hayallerle, acılarla, sevinçlerle ve özlemlerle örülmüş bir kilimin üstünde tepin dur işte… Fazlası vallahi yok… Seni temin ederim… Klasik bir “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumu…
***
Evrenin enginliği ve bizim onun içindeki küçük yerimiz karşısında kolayca bunalabilir hatta felç olabiliriz. Yine de anlam arayışımızı bu kadar takdire şayan kılan şey, büyük plan içindeki küçüklüğümüzdür. Uçsuz bucaksız boş bir salonun ortasında küçücük bir tuvale başyapıtını resmeden yalnız bir sanatçı gibiyiz; milim milim nakış gibi işliyoruz öyle ya da böyle beğenmek zorunda olduğumuz resmimizi. İnsanlığın çabaları da ölçekleri nedeniyle değil, yoğunlukları ve tutkuları nedeniyle dokunaklı değil midir? Tam da öyledir. İncir çekirdeği için verilen mücadeleyi nasıl göz ardı edersin…
Hayat kısacık anlarıyla, evrenin sonsuz uykusunda kısa bir rüya gibi görünebilir. Ancak varoluşun gerçek özünü bu geçici anlarda arıyoruz. Rüyanın içindeki bir an, bir çocuğun kahkahasında neşe, sevilen birinin kucağında teselli, şafağın ilk ışıklarında umut ya da batan güneşte bilgelik bulabilmek bu kısa yolculuğu değerli kılan şeyler, başkası elimizden gelir mi? İdare edeceğiz işte, madem gelmişiz bu âleme, anları toplayıp cebimize “hayat” diyoruz, oluyor da bir yanıyla… Olduğu kadar diyelim…
Nihayetinde önemli olan, ne kadar uzun süre nefes alıp verdiğimiz değil, o nefesi ne kadar derin hissettiğimiz, ne kadar tutkuyla sevdiğimiz ve ne kadar hararetle o acayip anlamı aradığımız.
Nasa’nın öyledir dediği için kabul edip namına ses etmediğimiz Mavi gezegenimiz 4,5 milyar yıl boyunca dönmüş, evrimleşmiş ve tekrar dönmüşken biz insanlar bu büyük kozmik oyunda meraklı seyirciler olarak ortaya çıktık.
Kendimizi hayal gücünün ötesinde uçsuz bucaksız bir evrende buluyoruz ancak kısa ömrümüz bize son derece zengin ve anlamlı geliyor. Kozmik zamanın bu göz kırpışı içinde, neşenin doruklarını, kederin diplerini, sevginin sıcaklığını ve yalnızlığın soğuk dokunuşunu deneyimliyoruz. Bu kadar kısa yaşamlar için ne kadar geniş düşünebiliyor insan ve maalesef birçok düşüncesi de fitne fesat içeriyor. Ne acı! Kısacık hayata onu da sıkıştırmayı başarmış… Bir yudum mantığı olan insan düşünmeden edemiyor: Uçsuz bucaksız kozmik arenada ortalama bir yıldızın yörüngesinde dönen küçük bir kayanın üzerindeki varlıklar olarak, “hayat” dediğimiz bu geçici olguya kapılıp geliştirdiğimiz farkındalık duygusu nasıl da büyüleyici, göz kamaştırıcı ve epey lüzumsuz. Paylaşılan her kahkaha, dökülen her gözyaşı, belirlenen her hedef, tasavvur edilen her hayal ve yeşertilen her umut, bu kısacık geçici balonun içinde yer alıyor. Balonun patlaması ise “an meselesi”. Yine de Mavi gezegende “İzimi bırakabildim mi?” diye sorarız içten içe… Bazen de haykıra haykıra! Abartılı bir sevinçten derin bir umutsuzluğa, sınırsız bir hırstan doymak bilmez bir arzuya kadar geniş bir yelpazede gezindiğimiz duygular arasında “iz bırakma” azmi de takdire şayandır.Kozmik olarak kısa ömürlü olsak da hayatlarımız sonsuzluk hissi veren tutkular ve deneyimlerle dolup taşıyor. 21. yüzyılın başımıza tebelleş ettiği bir yığın teknolojiye rağmen “insan” olmaya çalışmamız karşısında şapka çıkartılır, helal olsun hepimize! Ateş böcekleri gibi olduğumuzun farkında değiliz, geceyi sadece bir anlığına aydınlatıyoruz ama “sonsuz ışık kaynağıyım” hissiyle durumu idare ediyoruz. Yaşamlarımız bu büyük konserde olsa olsa kısa sololar… Ama yine de hararet ve tutkuyla çalıyoruz; biletleri çoktan bitmiş konserin renkli ışıkları altında…
***
Yeni bir keşfin heyecanı, paylaşılan bir anının sıcaklığı, bir kalp kırıklığının acısı veya yeni bir başlangıcın ümitvarlığı bu kısa yolculuğumuzu değerli kılandır. Her türlü musibete rağmen çağların gelip geçtiği bir evrende, bizim geçici 50 yılımız önemsiz görünebilir. Ancak her zaman olduğu gibi önemli olan uzunluk değil, yolculuğun derinliğidir. Ve bu derinlikte, her kalp atışında ve her nefeste yaşamanın özü var. Her şeye rağmen “hayal” ediyoruz. Bu da başlı başına kutlanmaya değer bir mucize değil mi? Mavi gezegende artık kitaplardaki mucizeler olmasa da “hayatta kalmak”tan daha büyük mucize var mı?