Christopher Nolan’ın yeni filmi The Odyssey, vizyona girmesine tam bir yıl kala biletleri tükenen ilk yapımlardan biri oldu. Üstelik bu sıradan bir ön satış başarısı değil. Film, tamamen IMAX 70mm formatında çekilmiş olmasıyla sinema tarihinde teknik açıdan bir ilk. Henüz fragmanı bile yayımlanmamışken, yalnızca 26 salonda yapılacak özel gösterimler için satışa çıkan biletler dakikalar içinde tükendi. Bu durum yalnızca Nolan’a duyulan hayranlıkla açıklanamaz. Asıl mesele, sinema izleyicisinin artık nasıl bir deneyim aradığında ve bu deneyimi kimin sunduğunda düğümleniyor.
Pandemi sonrası sinema salonları seyirciyle ilişkisini yeniden kurmaya çalışırken, dijital platformların gölgesinde var olmanın yolunu “deneyim” üzerinden arıyor. Bu noktada IMAX gibi büyük ekran formatları sinema salonları için hem bir kurtarıcı hem de bir tür bağımlılık hâline gelmiş durumda. Ancak bu bağlılık tartışmalı. Bloomberg’in geçtiği habere göre ABD’nin önde gelen sinema zincirlerinden Cinemark, Regal ve Marcus, IMAX’in sektördeki baskın konumuna alternatif olabilecek ortak bir büyük ekran markası yaratmayı gündemine aldı. Bugüne kadar her biri kendi “premium ekran” formatını (Cinemark XD, Regal RPX gibi) geliştirmiş olsa da, ilk kez birlikte hareket ederek IMAX’e karşı daha kurumsal bir alternatif sunmayı planlıyorlar. Gerekçe açık: IMAX lisansları yüksek maliyetli, teknik olarak sınırlayıcı ve salonları kendi içerik stratejilerine bağımlı kılıyor. Buna rağmen gişe başarısı yüksek filmlerde IMAX formatı hâlâ pastanın büyük bir dilimini kapıyor.
Tam da bu ortamda gelen The Odyssey örneği, IMAX’in pazardaki etkisini yeniden kanıtladı. Christopher Nolan gibi yönetmenler için IMAX yalnızca teknik bir tercihten ibaret değil; bir anlatı biçimi. Nolan daha önce Oppenheimer ve Dunkirk gibi filmlerde IMAX kameraları kullanmıştı, ancak The Odyssey bu teknolojiyi baştan sona kullanan ilk uzun metraj film olarak öne çıkıyor. 250 milyon dolarlık dev bir bütçeyle çekilen filmde Matt Damon, Tom Holland, Anne Hathaway ve Zendaya gibi isimler rol alıyor. Homeros’un destanından uyarlanan hikâye, büyük ölçekli görsel tasarımıyla tam anlamıyla sinema salonu için üretilmiş bir deneyim vaat ediyor. Ve bu deneyimi “en iyi nerede izlerim?” sorusuna verilen yanıt hâlâ IMAX oluyor.
Biletlerin bu kadar erken tükenmesi, sadece Nolan’ın sadık izleyici kitlesinin değil, genel izleyici alışkanlığının da değiştiğini gösteriyor. Artık sinema salonuna gitmek, yalnızca bir filmi görmek değil; o filmi “doğru koşullarda” izlemekle ilgili. Bu da IMAX gibi teknolojilere olan talebi artırırken, sinema zincirlerini bu deneyimi daha erişilebilir ve kontrol edilebilir kılmaya itiyor. Çünkü mevcut durumda IMAX salonları sınırlı, programları sınırlı ve salonların kendi içerik planlarını esnetmesini gerektiriyor.
Sonuç olarak The Odyssey yalnızca bir film değil, aynı zamanda sinema sektöründeki teknik rekabetin ne yöne evrileceğini gösteren güçlü bir işaret fişeği. Bir yanda IMAX’in hâlâ benzersiz sayılan görüntü kalitesi ve prestiji, diğer yanda salonların bağımsızlaşma arzusu ve yeni bir standart yaratma çabası var. Bu gergin denge, önümüzdeki yıl yalnızca bir filmin gişe performansını değil, sinemanın fiziksel alanlarla ilişkisini de yeniden tanımlayabilir. Ve belki de bundan sonra tartışacağımız şey sadece “ne izliyoruz?” değil, “nerede ve nasıl izliyoruz?” olacak.