Türkiye, deprem felaketiyle sallanıyor. Pek çoğumuz ilk defa böyle bir sorunla karşılaşmış gibi şaşkınlık içindeyiz. Oysa biz buraya bir günde gelmedik. Her şey düzensiz göçle başladı. Batı’nın birkaç yüzyılda gerçekleştirdiği köyden kente göçü, biz birkaç kuşak içinde tamamladık. Bugün milyonlarca insanı depreme karşı çaresiz bırakan şehirleri, işte bu süreçte apar topar, hiçbir plan ve program olmadan kurduk.
Hâlbuki Cumhuriyet, daha ilk yıllarında, Türkiye’nin dengeli kalkınma ihtiyacını görmüş ve kalkınma planlarını coğrafyanın özelliklerine uygun bir şekilde hayata geçirmişti. Bu dönemin en belirgin özelliklerinden biri, sanayileşme politikasının kentleşme politikasıyla birlikte ele alınmış olmasıydı. Nitekim o dönemki sanayileşme, beraberinde kentleşme problemi yaratmadan gerçekleşti. Cumhuriyet bunu iki kritere riayet ederek başardı. İlk olarak o dönem kurulan fabrikalar tek bir bölgeye değil, ülkenin dört bir yanına yayıldı. Cumhuriyet’in ilk 10 yılında kurulan fabrikaların yerlerini incelediğinizde göreceksiniz ki sonraki yıllarda olduğu gibi sanayi tesisleri tek bir bölgede toplanmamış, ülkenin her yerine oldukça dengeli bir şekilde yayılmış. Cumhuriyet dönemi sanayileşme hamlesinin ikinci önemli özelliği, o dönem yaratılan yeni istihdam alanlarının tasarımında barınma ihtiyacının da hesaba katılmış olması. Fabrika yapılıp çalışanlar barınma sorununu çözsün denilerek süreç bir kaosa teslim edilmemiş. Her fabrikanın yanına bir de yaşama alanı inşa edilmiş. Nitekim o dönemlerde kurulan SEKA, şeker fabrikaları, TEKEL ya da diğer büyük sanayi kuruluşlarının planlarına bakarsanız göreceksiniz ki her fabrika bir zengin yaşam alanı, yani kampüs olarak tasarlanmış hem çalışanların hem de ailelerinin sosyal ve kültürel ihtiyaçları karşılanmış. İşte bu planlı kalkınma modeli sayesinde köyden kente göçün bu ilk döneminde sanayileşme, beraberinde kentleşme problemini getirmeden gerçekleşmiş. İlk başta devlet güdümünde yürütülen bu model sayesinde, yakın bir zamana kadar en büyük sanayi kuruluşları arasında yer alan işletmeleri de ülkenin en ücra köşelerinde görmek mümkündü. Cumhuriyet’in kuruluşuna hâkim olan bu planlı kalkınma (ve kentleşme) modeli, Menderes hükûmetleriyle başlayan liberal kalkınma döneminde piyasaya bırakıldı. Plansız kalkınma sonucu kentlere gelen köylülerin konut talebi hesaba katılmadığı için Türkiye ilk defa bu dönemde gecekondu realitesiyle tanıştı.
Türkiye’nin ikinci planlı kalkınma dönemi ise 1960’ların başında yeni anayasayla geldi. “Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)” bu dönemde kurularak alanında son derece yetkin uzmanların oluşturduğu bir kadro, Türkiye için yeni bir planlı sanayileşme modeli geliştirdi. O dönemde hazırlanan “5 yıllık kalkınma planları” sayesinde giderek serbest piyasaya terk edilen sanayileşme politikalarına çekidüzen verilmeye başlandı. O planlar sayesinde Türkiye 1960-1980 arasındaki 20 yılda, kıymeti hâlâ pek bilinmeyen bir kalkınma gerçekleştirdi. Ancak 1960’ta başlayan bu ikinci kalkınma hamlesinin ömrü kısa sürdü. O dönemde kalkınma uzmanlarının tüm itirazlarına rağmen tüm ülkeye yayılması gereken sanayileşme, bugün “Deprem olursa ne yapacağız?” dediğimiz tek bir bölgeye, Marmara ve İstanbul’un çeperlerine hapsedildi. Tarımın gereğinden hızlı bir şekilde ölüme terk edildiği, ucuz istihdama dayalı sanayileşmenin teşvik edildiği bu dönemde, aralarında bizim köyün de olduğu binlerce köy, hızla boşaltıldı. Tarımsal üretimle para kazanamayan köylü, memleketini bırakıp ucuz iş gücü arayan sanayi kuruluşlarının kapısına yığıldı. O kuruluşlar da birkaç şehirde olduğu için çok kısa bir sürede, başta İstanbul olmak üzere, Kırklareli-Bursa hilali olarak adlandırılan bölge, milyonlarca köylünün yeni evi oldu. Ancak sıkıntı şuydu ki bu şehirlerde işi yapacak olan köylünün başta barınma olmak üzere sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını karşılayacak altyapı yoktu, sadece iş vardı.
Özellikle Özal döneminden itibaren daha da hızlı gelişen neoliberal sanayileşme politikasının temelinde, serbest pazarın her sorunu çözeceğine dair derin bir inanç vardı. Kapitalizmin eski ya da yeni merkezlerinde, yani Avrupa ve ABD’de bile kalkınma adımları şehirleşme politikalarıyla birlikte ele alınırken bizde iç göç hareketi tamamen piyasanın insafına bırakıldı. DPT ve “5 yıllık kalkınma planları”nın tamamen rafa kaldırıldığı bu dönemde özel sektör istediği yere yatırım yaptı. Kâr güdüsünün temel belirleyici olduğu bu süreçte ne özel sektör ne de başta belediyeler olmak üzere kamu idaresi, ucuz iş gücü talebini karşılamak için köylerini terk eden milyonlarca yeni “kentlinin” ihtiyaçlarını giderecek bir altyapı hazırlığı yapmıştı.
Ama işte hayat boşluk kaldırmıyor.
Devletin temel planlama görevini yerine getirmediği noktada köyden gelenler kendi göbeklerini kendileri kesti. Sonradan adına “gecekondu” denen realite işte böyle bir mecburiyet sonucu ortaya çıktı. İlk başta birkaç yıllık geçici konut olarak kurulan o gecekonduların bir kısmı bugün hâlâ ayakta. Köylülerin keçi yollarını andıran patikaları, imar aflarıyla da birlikte bugün plansız bir şekilde bütün büyük şehirlerin içinde kalan sokak ve caddeler olarak işlemeye devam ediyor. Daha evvel köylerde evlenen çocuklar için yatay olarak büyüyen konutlar, şehirde aynı mantıkla bu sefer dikey olarak büyüyor.
Bugün başta İstanbul olmak üzere milyonlarca yurttaşımızı deprem karşısında çaresiz bırakan manzara işte böyle, doğrudan devlet eliyle yürütülen, plandan programdan yoksun politikalarla oluşturuldu.
Ya planlı bir şekilde hesap kitap yaparak, bilimi temel alarak kalkınmanın formülünü çıkaracaksınız ya da el yordamıyla, erken kalkanın aklına estiğini uyguladığı politikalarla hayatınızı riske atacaksınız. Cumhuriyet’in ilk yüzyılında bu iki seçeneğin ikisini de değişik dönemlerde uygulamışız. Nüfusu 13 milyon olan genç Cumhuriyet en zor koşullar altında bile uzmanları toplayıp İktisat Kongresi, Eğitim Şurası yapabilmiş ve kapsayıcı bir kalkınma planı çıkarmış. Cumhuriyetin ikinci yüzyılına 85 milyona ulaşmış nüfusuyla giren Türkiye’nin yapması gereken, o ilk günkü enerjiyle yine aynı formülü uygulamaktır. Aksi, bizi kaostan kaosa sürüklemekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.
Seçim bizim.
Kaynak: Kafa Dergisi 102. Sayı