Kadına şiddet, bütün kadınların başı üzerindeki Demokles kılıcıdır. İstediğiniz kadar zengin, imtiyazlı vb. olun, hiç tahmin etmediğiniz bir zamanda sizi de vurabilir. Üstelik sadece “geri kalmış ülkelerde” değil, farklı derecelerde de olsa bütün dünyada kadınları vurabilir ama eşitsizliğin ve cinsiyetçiliğin derin olduğu bizimki gibi toplumlarda utanç verici boyutta. Kadına şiddetin esas nedeni, kadınlar ile erkekler arasındaki yapısal toplumsal güç ve iktidar eşitsizliğidir. Ataerkil sistem, kadının sürekli denetim altında tutulabilmesi için onun “namusu”nun bekçiliğini erkeklere veriyor. Bekçiliği yapılan, erkek iktidarının kendisi. Baskıya isyan eden, bağımsız davranmaya cesaret eden kadınlar; şiddet, tecavüz, cinayet ya da bunların tehdidiyle denetlenmeye çalışılıyor. Şiddet, kadınlar üzerindeki Demokles kılıcıdır derken bunu kastediyorum. Siz istediğiniz kadar dekolte giymeyin, her yerinizi örtün, “edepli” davranın, sokakta kahkaha atmayın, gece sokağa çıkmayın, şiddet gene sizi bulabilir. Üstelik çoğu kez evde, en yakınlarınız tarafından.
Cennet olduğu sıkça tekrarlanan aile, cennet olmak şöyle dursun, kadınların ve çocukların cehennemidir. “Aile reisi”nin, patriyark’ın hüküm sürdüğü yerdir. Yasalar değişse de zihniyet değişmediğinden patriyark, kadınlar ve çocuklar üzerinde mutlak hakimiyet sahibi… Çocuk istismarı ve ensestin yaygınlığı da bununla ilgili. Özellikle Doğu Akdeniz ve Orta Doğu toplumlarında etkisini hâlâ sürdüren kurallara göre aile reisi erkek; kadınlar ve çocuklar (eskiden bir de köleler) üzerinde ölüm ve yaşam hakkına sahiptir; buna onlardan cinsel yararlanma hakkı da girer. İslamiyet bunu yasaklamış olsa da bu alandaki “sahiplik” kuralı devam ediyor çünkü eski kadın düşmanı gelenekler karşısında kazanan, dinin yumuşatıcı söylemleri olmuyor. “Muhafazakâr dindar toplum” nutuklarıyla ya da “sapıklık”, “ruh hastalığı” teşhisleriyle üstesinden gelinecek bir durum değil. Şiddetin karanlık zemini, yapısal cinsiyetçi eşitsizliktir. Kadın cinayetlerinin, intiharlarının sürekli artmasının sebebi budur. (Bir Emniyet Müdürü’nün iddia ettiği gibi “kadınların dikkat çekmek istemesi ve bunun onların doğasından kaynaklanması” değil!)
Türkiye’de hâlen “erkeklik krizi” yaşanıyor. Bizimki gibi, kadın ile erkek arasındaki yöneten-yönetilen ilişkisinin toplumdaki otorite ilişkisini simgelediği kültürlerde, cinsel olan ile siyasal olan sıkıca ilişkili ve sürekli egosu şişirilen erkeğin gücü, kimliği kadını denetleme, onun itaatini sağlama gücüyle eşdeğer. Dolayısıyla kadının ve bedeninin hem ailede hem de toplumda denetlenmesi merkezi önem taşıyor. Otoriter eril devlet ile ataerkil aile el ele veriyor, şiddetin en önemli gerekçelerinden birinin kadının “itaatsizliği” olması o yüzden. Bugün çoğu erkek, çocukluktan itibaren şişirilmiş erkeklik kimliğinin yarattığı beklentileri pratik hayatta karşılama gücünden yoksun. Ekonomik koşulların kötüleşmesi, işsizlik, göç vb. sorunlar karşısında bir “erkeklik kaybı” yaşıyorlar ve bunun acısını da gene kadınlardan çıkarıyorlar. Buna her şeye rağmen bağımsızlaşan ve bilinçlenen, eskisi gibi kaderine razı olmayan kadınlar eklendiğinde “Neden bu kadar erkek şiddeti?” sorusunun cevabı verilmiş oluyor. “Ataerkilliğin ve erkek egemenliğinin intikam alma” arzusuyla karşı karşıyayız ve bu, “zehirli erkeklik” kimliğinin yayılmasına yol açıyor. Bu zihniyetin gerici temsilcilerinin, kadınların kazanımı olan yasal düzenlemelere karşı bayrak açmalarının, İstanbul Sözleşmesi’nin iptalini istemelerinin ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin “aileyi mahvettiği” çığlıkları atmalarının ardında yatan, bu.
Eşitlik, ileri sürüldüğü gibi feministlerin “çarpık” arzusu olan bir “aynılık” talebi değil. Tersine, çağdaş feminizm farklılıkların tanınmasını vurgular ve kadınların farklılıkları içinde eşit olduğunu savunur. Gerçek eşitliktense “oranlı eşitlik” anlamına gelen ve yüzyıllardır eşitsizliği meşrulaştırmak için kullanılan “adalet” kavramı kabul edilemez. Bu “hak edene ancak hak ettiği kadar” eşitlik anlamına gelir ve erkek egemen bir kültürde kadınları ikincil konumda tutma gerekçesidir. Bu tartışmanın yeniden çıkması, yöneticilerin sadece kadınların değil, toplumun tümü üzerindeki denetimi arttırma çabasıyla bağlantılı. Aile içi hiyerarşi örneğinde toplumun genelindeki hükmetme ve itaat ilişkisinin meşrulaştırılması, doğallaştırılması çabası… İstenen, kadınların özerk bireyler olması değil, otoriter bir yönetimin istediği biçimde hem itaat eden hem de itaatkâr nesiller yetiştiren, ancak bunun karşılığında “korunmayı hak eden” annelere dönüşmesi. Kadınları birey olarak güçlendirmek için gerekli önlemleri almaz ve onları erkeklerin koruması altındaki “sahip olunan” emanetler olarak görürseniz kadına şiddeti önleyemezsiniz. Hep tanık olduğumuz gibi, erkekler “emanete hıyanette” bir beis görmüyor.
Eşitlik yolunda elde edilen kazanımlar, kadın hareketinin mücadelesi sayesinde gerçekleşti. Her kesim ve inançtan kadınların oluşturduğu bu başarı, feminist bilince dayalıdır. Feminist bilinç, inançlarla değil eşit bireyler olarak haklara sahip olma mücadelesiyle ilgili. Cinsiyetçi yapının demokrasi için oluşturduğu engeli erkeklerin görmesi ve kadın haklarının sadece “kadınlara tanınan (lütfedilen?) haklar” olarak değil, özgürlük ve demokrasinin olmazsa olmazı olarak kavramaları ve mücadeleye katılmaları gerekir.
Kadına şiddeti önlemenin yolu erkekleri hadım etmekten, onlara elektronik kelepçe takmaktan, cezaları arttırmaktan vb. geçmiyor. Tek çare kadınları güçlendirmek ve cinsiyet eşitsizliğini sürdüren her türlü uygulama ve söylemle mücadele ederek herkes için eşitliği ve demokrasiyi savunmak.
8 Mart, işte böyle bir mücadele çağrısı, “kendini şımartma”nın vesilesi değil.