Bir süredir bir uğultudur çekip sürüklüyor beni içine, çıkmaya da çalışmıyorum, sessizliğimi mazur görün, ben biraz rahatsızım da. Kuyunun dibindeki suyu, tepelerdeki sisi, dipteki taşları ve kalpteki kiri düşünüyorum, biraz rahatsızım ya. Olmadık şeyler geliyor aklıma, olmadık sesler duyuyorum, bu kadarı da olamaz dediğim her şey oluyor, korkunç bir çağın, teklifsiz oturulan sofrasında şiddet kazanına bir kaşık atıyor sanki herkes, rahatsızım. Aldı beni bir telaş, büyütemediğimiz, yaşatamadığımız, koruyamadığımız, bir daha sarılamadığımız, ilk aşkını, ilk şiirini, ilk hatasını, ilk telafisini, ilk isyanını, ilk merakını hatta ilk üzüntüsünü bile bilemeyeceğimiz çünkü bu dünyadan zorla koparılan çocukların derdi sardı, bu derdi ben belki en kuvvetli hâliyle söyleyemiyorum, yetemiyor kelimelerim, ağzımda büyüyen laflar kâğıtta karşılık bulamıyor sanki, biraz rahatsızım da. Annesinin çığlığı “Çiçeğim kalk.” Babasının bütün gökyüzünü içine çekse de havayla dolduramadığı ciğerleri, teyzeler, anneanneler, babaanneler, dedeler, amcalar, halalar, dayılar, arkadaşlar, bir çocuğun etrafını saran onlarca kalp, insanı çaresiz, nefessiz, hareketsiz bırakan bir an, vedalaşamamanın korkunç ağırlığı, acıdan kristalize olmuş insanların kalakaldığı, kimsenin resmini yapmayacağı, kimsenin tasvir etmeyeceği, kimsenin tam olarak ne olduğunu anlayamayacağı bir an.

Biliyor musunuz, bu dünyada bazı kötü şeyler, “bir hiç uğruna” gerçekleşir, bazılarıysa bir hiç uğruna bile değil. Nereden geldiğini, nerede biriktiğini, ne zaman ortaya çıkacağını, nasıl şekil değiştireceğini, yüzünün neye benzediğini, neyle beslendiğini bilmediğimiz bir kötülük, bir yerlerden gelir ve bulur bizi. Hangimiz diğerinden daha güvende, hangimiz bu korkunç ve karşılıksız şiddetin kurbanı değil? Elinin ve vicdanının yerini bilenlere soruyorum, Narin, Sıla, yenidoğan ünitesindeki bebekler, İkbal, Ayşenur, Kartalkaya’da 36 melek, Ahmet Mattia ve her biri, nereye gitti bu bebekler, o bakışlar, o gülüşler, soruyorum, neye kurban gitti ve ne uğruna? Soruyorum çünkü ben biraz rahatsızım ama sizin de rahat olmadığınızı biliyorum, ne için bunca emek, ne için bunca çaba, ne için bunca sevgi, şimdi nereye gider bütün bu çığlıklar, hangi kalıba sığar, hangi delikten geçer, hangi yolu seçer, hangi doğruyu tanır bu ölümler? Değil ülkeyi dünyayı ayağa kaldırmalıyız, çocuklarını böyle kaybeden ailelerin kederle mücadelesine, kaderle hesaplaşmasına, adalet arayışına, bir davaya sığınmasına ve gece gündüz demeden doğrunun bulunmasına olan inançlarına ortak olmalıyız. Başka türlüsü mümkün değil, başka türlüsü karanlık ve ben karanlıktan oldukça rahatsızım.

Ahmet Mattia Minguzzi, bir cuma günü, benim büyüdüğüm ve günün saatini düşünmeden gezdiğim sokaklarda can verdi. Ben mi rahatsızım yoksa başkaları mı çok rahat bilmiyorum ama 14 yaşındaki çocuğu, annesinin babasının kuzusunu, ismi bütün lisanlarda “melek” olan bir evladı düşünüyorum gece gündüz. Bu dünyaya bir armağan olarak gelmişken yaşama hakkının elinden canice alındığı pırıl pırıl bir ruh. Ey hayalperest, ey güzel gözlü, şirin yüzlü, bütün mahlaslar içinde kendine Phayx diyeni, saçları rüzgârda savrulanı, ey sevdiği şarkıları ezbere söyleyen, ey bu şehirde bunca kötülük olabileceğini asla aklına getirmeyen, arkadaşlarını güldüren, kim bilir hepimize neler öğretecek olan ve yaşamdan koparılan can. Kabul etmiyorum ben bunu, içmiyorum bu suyu, ortak olmuyorum bu şiddete bu gözü dönmüşlüğe, bir çocuğun daha canının yanabilme ihtimaline, ben biraz rahatsızım bütün bu olan bitenden, konuştukça çözülür dillerimiz ama bu suskunluğu paylaşmıyorum da.

Doğru, Yasemin’in dediği gibi, değil ülkeyi, dünyayı ayağa kaldırmalıyız, sokaktaki şiddet bir fırtınaysa içinden geçmeliyiz, evlatlarını böyle kaybetmiş anne babalara verecek bir yanıt aramalıyız hep birlikte. Ağıt yakmanın anlamı yok, annesi yakıyor zaten, büyük sözler aramak anlamsız babası “Oğlum” dedi zaten. Yapanın yanına kâr kalan bir çağ olmamalı bu, suçun cezasız kaldığı bir zamanı kabul etmemeliyiz, kimsenin hatasının bedelini ödemediği bir yeri benimsememeliyiz, hiçbir affa razı gelmemeli, hiçbir mazereti kabul etmemeliyiz. Sokaklarında şiddetin kol gezdiği bir kentin insanlarına dönüşmemeliyiz, bir duruşumuz olmalı, bir de “Dur” diyebildiğimiz yerimiz.

Ben birazdan daha fazla, baya rahatsızım bu ara, dayanılmaz, inanılmaz şeyler oluyor. Bir bardak suyun, bir tutam özgürlüğün, hiç de komik olmayan bir şakayı gönlünce yapma hakkının çocukların elinden alınmasına tahammülüm kalmamalı. Karanlığın lisanına bir kez daha ama bu defa daha kuvvetli bir yerden “Olmaz” demeliyiz. İşte böyle böyle rahatsız biri hâline geldim ben. Bütün bunların bir nedeni olmalı diye düşünüyorum, o nedeni arayıp bulmak lazım. Tepedeki sisi arar gibi, dipteki taşları bulur gibi, kuyunun dibindeki suyu uzanıp alır gibi, arkadaşlarımız en sevdiklerini kaybederken onlara hiç değilse kalplerini biraz olsun ferahlatacak bir yanıtı söyler gibi.

Çizim: Bedia Zeynep Çakar