Abdülmecid Efendi Köşkü’nün kapısından içeri girerken, insan farkında olmadan sırtındaki şehir yükünü bırakıyor. Betonun içinden çıkıp birden bir bahçeye girmiş gibi. Ama buradaki bahçe, alıştığımız cinsten değil. Folia, köşkün odalarını, koridorlarını, tavanlarını ve bahçesini sarmış büyülü bir dünya. Latince “folia” sözcüğünün hem yaprak hem de delilik anlamlarını taşıması tesadüf değil; sergi de tam olarak bu iki kelimenin arasında açılıyor.

Küratörler Selen Ansen ve Eda Berkmen, bu tarihi mekânı bir sergi salonu gibi düzenlemektense, onu yaşayan bir organizmaya çevirmişler. Her oda, bir başka masalın içine açılıyor. Girişte karşınıza çıkan ilk eserlerden biri, Douglas White’ın patlamış lastiklerden yaptığı kara palmiyeler. Yanına yaklaşınca tropik ormanın içindeymişsiniz gibi, ama bir yanıyla da şehrin atıklarını görüyorsunuz. Tam da Folia’nın niyet ettiği şey bu: doğa ile kültürün, gerçek ile kurmacanın birbirine karıştığı bir yer.
Bir başka odada, Fatoş İrwen’in Zaman Hasadı işine rastlıyorsunuz. Toprak serilmiş zemine, Diyarbakır’dan getirilmiş pamuk sapları yerleştirilmiş. İçeri adım atar atmaz havada asılı duran kokuyu hissediyorsunuz; hem bereketli toprakların hem de kayıpların kokusu. İrwen’in işinde kişisel hafıza ile kolektif belleğin iç içe geçişini görüyorsunuz. Köşkün ağır duvarlarının içinde Mezopotamya’nın güneşi, gölgeler ve mücadele dolu bir manzara beliriyor.

Tavanda, Rebecca Louise Law’un kurutulmuş çiçeklerden ördüğü ağ sarkıyor. Yukarı baktığınızda kendinizi çiçeklerle örülmüş bir gökyüzünün altında buluyorsunuz. Law’un sabırla ilmek ilmek ördüğü bu ağ, çocukluğunuzda dalların arasında gördüğünüz ilk gökyüzünü hatırlatıyor belki de. Yan odada, Nathalie Latour’un balmumu natürmortları karşınıza çıkıyor. Minicik meyveler, böcekler, bitkiler… O kadar canlı görünüyorlar ki bir an dokunsanız hareket edecekler gibi. Ama balmumunun donukluğu, size yaşamla çürüme arasındaki ince çizgiyi hatırlatıyor.
Biraz ileride, Anne Wenzel’in Natürmort-Metamorfoz’u. Altı kişinin taşıyarak içeri soktuğu devasa geyik heykeli, bir anda serginin ağırlık merkezine dönüşüyor. Bedeni parça parça, bağırsakları dışarı taşmış ama tüm bu şiddetin ortasında aynı zamanda renkli, büyüleyici bir güzellik var. Tam bakışınızı başka yöne çevirmek isterken gözünüzü yakalayan bir açık yara bırakıyor. Belki de serginin en çarpıcı anı burada oluyor: güzellik ve vahşetin yan yana, tek bir bedende var olması.

Folia sadece gözlere değil, kulaklara da işliyor. James Webb’in Ev Diye Bir Yer Yok (İstanbul) işi, köşkün içinde egzotik bir kuş sesi dolaştırıyor. Indicator indicator denilen bal kılavuzu kuşunun sesi. Arı kovanlarını kendi başına açamayan bu kuş, insanları çağırıyor; onları kovanlara götürüyor ve karşılığında mumla besleniyor. Avcı ile avın, işbirliği ile karşılıklılığın aynı anda var olduğunu hatırlatıyor.
Köşkün dışına çıktığınızda ise başka bir büyüyle karşılaşıyorsunuz. Mehtap Baydu’nun Şifa işi, dallara asılı duran devasa bir kumaş post. Hem Medea mitine bir selam hem de kadınların tarih boyunca cadılıkla yaftalanmasına bir karşı duruş. Altında dururken, kumaşın rüzgârda kıpırdayışıyla sanki bir mitolojik hikâyenin içine düşüyorsunuz.

Bütün bu deneyimden sonra serginin Telezzüz’e uzanan ayağı da sürpriz. Türkiye’nin ilk vegan fine-dining restoranı Telezzüz, Folia’dan ilham alarak özel bir tadım menüsü hazırlamış. Şef Bahtiyar Büyükduman’ın “Yaşam Bahçesinde Döngüsel Yolculuk” adını verdiği menüde sergide gördüğünüz imgeler tabaklarda yeniden doğuyor. Külde pişmiş kerevizle hazırlanmış “Sonbaharın Külleri”, siyah sarımsak ve kakao ile harmanlanmış “Son Durak Siyah” risotto ya da küllerinden doğan tatlı “Anka Ağacı”… Sergi, sofrada devam ediyor.
Folia’nın en güzel tarafı şu: buradan çıktığınızda bir sergi gezmiş gibi değil, bir bahçede dolaşmış gibi hissediyorsunuz. Bahçede ise her şey var: kökler, çiçekler, çürüme, yeniden doğma, mitler, çocukluk anıları, korkular, oyunlar. Çıkışta üzerinizde bir toprak kokusu, belki de bir miktar delilik kalıyor.