Ayşegül Savaş’ın kaleme aldığı The Anthropologists, eski ABD Başkanı Barack Obama’nın 2024’te okuduğu en iyi kitaplar listesine girince şaşırmadım. Savaş, günlük hayatın kaotik telaşına gizlenen sıradan hayatları irdeliyor; aşk, ilişkiler, yabancılaşma ve varoluşa dair her gün aklımızı kurcalayan sorulara kendi dilinde cevap arıyor.

The Anthropologists, sıradanlığın değerine güçlü bir vurgu yapıyor. Sizi, günlük hayatta çoğu kişinin önemsiz bulabileceği, gözden kaçan küçük anları keşfetmeye iten neydi? 

Pandemi. Bu kitabı pandeminin ilk aylarında, kafeye gitme, arkadaşlarımla buluşma, bir sofra etrafında sohbet etme özlemiyle yazmaya başladım. 

Asya ve Manu, yaşadıkları ülkeye yabancı hissetseler de yavaş yavaş şehrin yaşam tarzına uyum sağlıyor, ritüeller yaratıyorlar. Bu ritüeller, karakterlerin yabancılaşmaya karşı buldukları, akıl yürütüp planladıkları bir çözüm mü? 

Bu ritüeller, şehre asla tam olarak ait olamayacakları idrakıyla yarattıkları bir çeşit teselli veya kutlama. 

Kimlik, yapısı gereği değişken ve esnek. Asya ve Manu’nun kökeni ve ülkeleri hakkında belirli ayrıntılara yer vermeyerek onlara yepyeni bir kimlik yaratma şansı tanıyorsunuz. Sizce kimlik, nereli olduğunuzdan ziyade deneyim ve bireysel yaşanmışlıklarla mi şekilleniyor?  

Bence ikisi de katkıda bulunuyor. Ama insanların milli kökenleri bizi çoğu zaman onlarla ilgili kestirmeden sonuçlara götürebildiği için kimliklerinin o tarafını biraz soyutlaştırmak istedim. 

Kişi, kendini tam anlamıyla kök salmış hissetmediği bir yerde kimlik inşa etmeye çalışmalı mı? Yersiz yurtsuzluk duygusuna Asya ve Manu’nun ilişkisinde yer yok gibi ancak Asya’nın düşüncelerini okurken dönüştüğü kişiden emin olamama hâli de sezdim.

Kimlik inşa ettiğimiz yer her zaman kendi seçimimiz olmuyor. Romanımda irdelediğim soru “Neden yabancı bir şehirde kimlik inşa ediyorlar?” değil, “Ana dilleri, dinleri, kültürleri birbirinden farklı ama birbirlerini çok seven iki insan, üçüncü bir kültürde kimlik inşa etmeye çalıştıklarında ne gibi endişeler ve mutluluklarla karşılaşıyorlar?”. Tabii ki bu süreçte hem birbirlerine odaklanacaklar, iki-kişilik kültürlerini kuvvetlendireceklerdir hem de bazı tereddütler yaşayacaklardır.  

Gençlik ve yetişkinlik arasında bir çizgide duruyor Asya ve Manu. Bu arada kalma hâli türbülans yaratabilecekken ikili sade bir yaşamın sakinliğinde demleniyor. Sadeleşme, karakterlerin bu geçiş döneminde kullandıkları bir tür savunma mekanizması mı?

Yetişkin olma sürecinde bazı seçimler yapmak, her seçimle hayatımızı biraz daha belirgin veya sade hale getirmek gerekir — günlerimiz, mesleğimiz veya fiziksel kapasitemiz gereği rutinleşir; kendimize temelli yaşayacak bir mahalle seçeriz, gençliğimizde her gün edindiğimiz yeni arkadaşlıklar yerlerini birkaç temel arkadaşlığa bırakır. Tabii ki bu seçimlerle birlikte geride bıraktığımız farklı bir yaşam enerjisi, merak, hayata açıklık da vardır ama “sorumlu” bir hayat yaşamak istiyorsak bu seçimler kaçınılmazdır. Belki de olgunlaşmak bir çeşit savunma mekanizmasıdır! 

The Anthropologists bir kategoriye oturmuyor kafamda; bir göçmen hikâyesi değil, bir şehir hakkında yazılmamış, tamamen bir aşk hikâyesi olduğu da söylenemez. Geleneksel türleri ya da sınırları aştığını düşünüyor musunuz? 

Bu kitabı yazarken her etapta roman kategorilerini unutmaya çalıştım. “Acaba bir aşk hikayesi mi yazıyorum?” sorusuyla kitaba, suni bir ilişki dramı; “Acaba göçmenlik hikayesi mi bu?” sorusuyla karakterle uymayan gurbet duyguları yüklüyordum. Kitabı bilinmiş bir forma sokmak için üstten kalıplar oturtmak yerine, karakterlerin günlük hayatlarına, günlük mutluluk ve endişelerine kulak vermeye çalıştım. Sonuç da belki sıradanlığı veya sıradan hayatı övmesiyle türler dışı bir roman oldu.