Annemin diğer annelerden farklı olduğunu ilkokul birinci sınıfta keşfettim. Yıl 1962, Nişancı Mehmet Paşa İlkokulu… Okulda garip bir hareketlilik vardı o gün. Sınıflar boşalmış, herkes bir kadının etrafında toplanmıştı. Sapsarı, kuaförden yeni çıkmış Marilyn Monroe tarzı saçlar, altın rengi plastik bir pardösü, incecik bel kemerle sıkılmış. Takma kirpkiler, kıpkırmızı bir ruj, kıpkırmızı ojeli tırnaklar… Aa bu kadın annemdi! Sonradan öğrendim, öğretmenime tiyatro davetiyesi getirmişti. Münir Özkul Tiyatrosu Bana Çiçek Yollama oyunu. Annemi tiyatro oyunlarında defalarca her kılıkta seyretmiştim. Süslü kadının benim annem olduğu lafı hemen yayılmıştı. Ama ben “O benim annem değil. Annem tiyatroda turnede. Bu kadın ona benziyor” demiştim. Okul dönüşü eve geldiğimde annem makyajını silmiş, gündelik kıyafetini giymişti. Boynuna sarılıp, ağlamaya başladım. “Anneciğim” dedim. “Bir daha okula böyle gelme. Çok utandım. Sen de arkadaşlarımın annesi gibi giyin gel!” Annem güldü. “Yani” dedi, “başkalarının ne düşündüğü senin için çok mu önemli?” “Evet” dedim. O da “Benim önemli saydığım başkalarının düşüncesinde sadece dürüst olmaktır. Gerisi fasa fiso” demişti. Ondan sonraki okul ziyaretlerinde de neyse o oldu.
Annem yaşamı boyu neyse o idi. Yavuz Turgul annem için “Onun sevilmek ve beğenilmek gibi bir kaygısı yok, onun için hiçbir şeyi takmıyor. Müthiş bir özgürlük bu” demişti. Gerçekten de onda sevilmek isteği yerine sevmek -hem de her şeyi sevmek- en öndeki duyguydu. O sözler insanı, doğayı, çocuğu, kadını çokça sevmekten dökülüyordu kaleminden. Uzun yıllar Cihangir’de kirada yaşadı. Para kazanmaya başladığımda hep ona “Sana iyi bir ev almak istiyorum” demiştim. “Şimdi olmaz” demişti. “Neden olmaz?” diye sorduğumda “Burada komşularım var, bırakamam” demişti. O yıllar komşuları orada yaşayan travestilerdi çoğunlukla. Polis her gece evleri basıp karakola götürüyormuş bunları. Annem polis arabası sokağa girince onları kendi dairesinde topluyor, ellerine de tığ, şiş gibi aksesuarlar veriyormuş kadın kadına oturuyoruz görüntüsü vermek için… Bir gün herhâlde birisi ihbar etmiş “Aysel bunları saklıyor” diye… Kapı çalmış, karşısında polis… Polis Aysel’i görünce sormuş: Efendim, sizde travesti var mı? Annem lafı yapıştırmış: Buyurun içeri girin, ben Çüklü Aysel! “Sonra ne oldu?” dedim. “Ne olacak, baskınlar bitti” dedi.
Annem sistemin her türlü dayatmasına birey olarak kafa tutmanın en değerli kanıtıydı. Bir daha da bir Aysel gelmeyecek. Ben onun ölümüyle hem annemi hem Aysel Gürel’i kaybettim. Yani kafayı yedim.