2024 yılında hayatımıza onlarca yeni film girdi. Eskisi gibi değil, sinemalar dolup taşmıyor. Gözümüze ilişen filmlerin sayısında gözle görülür bir azalma var. En son ne zaman patlamış mısır yedik, inanın hatırlamıyoruz. Yine de KAFA+ okurları şanslı… Madem sevdiğimiz film sayısı gittikçe azalıyor, bari bunu iyi değerlendirelim dedik ve sizler için 2024’ün üç filmine uygun üç kitabı eşleştirdik.

THE SUBSTANCE

2024’ün en iyi filmlerindendi The Substance… Öncesinde de bildiğimiz bir ismi, Coralie Fargeat’ı bambaşka bir yere taşıdı. Margaret Qualley’le bizi tanıştırdı; yılların Demi Moore’una nihayet bir ödül kazandırdı. Tartışıldı, çok tartışıldı.

The Substance filmini sevdiyseniz, o zaman Han Kang’ın Vejetaryen kitabına bir göz atmanızda fayda var. Vejetaryen de tıpkı Substance gibi, insanın kimliğini ve bedeniyle ilişkisini, yetmez; bedeniyle toplumun ilişkisini sorgulamasına neden olacak denli derin. Sadece et yemeyi reddeden bir kadının hikâyesi değil çünkü; toplumsal normlara ve ailesinin beklentilerine karşı çıkan bir kadının -pasif de olsa- direnişinin hikâyesi. Substance, bu hikâyenin aktif bir öznesi olmaya davet ediyor gibi daha çok. Yeong-hye; topluma karşı çözümü bitkiye dönüşmekte bulmuştu. Elisabeth (Demi Moore) ise çözümü Sue’ya (Margaret Qualley) dönüşmekte buldu; daha sert, daha bariz, daha uçuk kaçık.

Fakat her ikisi de insanın özünün aslında ne denli kırılgan ve karmaşık olduğunu, itiraza mahal vermeyecek bir açıklıkla gösteriyor. Sadece… bazı hikâyeler anlatılmak için kelimelere, bazılarıysa görüntülere ihtiyaç duyar.

Bu kitaplara da göz atın:
Hunter S. Thompson – Las Vegas’ta Korku ve Nefret
Mary Shelley – Frankenstein
Robert Louis Stevenson – Dr. Jekyll ile Bay Hyde

LONGLEGS

Listede bir tane korku da olmazsa olmaz. Longlegs insanlarda büyük beklentiler yarattı. Ne kadarını karşıladı bilinmez. Korku-polisiye sinemasında müstesna bir yere sahip olabilirdi. Ah! Her şey o detaylarda bitmiyor mu zaten? Hikâyeye inancımızı zedeleyen nüanslar toplaşıyor toplaşıyor ve bir yerde zihnimizi ele geçiriyor, bizleri ekrana baktırıp “Bu hikâye inandırıcı değil” dedirtiyor.

Longlegs’i sevdiyseniz ya da hayal kırıklığına uğradıysanız, her hâlükârda bakmanız gereken bir şeyler var. Yüzümüzü bu kez geleneğe dönüyoruz; biraz eskilere, yapılması gereken her şeyin yapıldığı o muhteşem kitaba…

Kitabımız Edgar Allan Poe‘nun Bütün Öyküleri. Bir zamanlar İthaki’de yayınlamıştı, o muhteşem ciltli baskıyı elinde bulunduranlar şanslı. Bulundurmayanlar için istikamet sahaflar. Neyse ki İletişim baskısına erişmek mümkün. Edgar Allan Poe’nun Bütün Öyküleri’ni almanın şöyle bir avantajı var: Bitirmek için acele etmenize gerek yok. Kitaplığınızın bir köşesinde durması yeterli. Bir masal okur gibi, gece vakti yapacak bir şey aradığınızda içinden bir öykü seçebilir, “Bu iş demek ki böyle yapılıyormuş” deyip artık kâbustan ibaret olacağından emin olduğunuz uykuya dalmanızı geciktirebilirsiniz. Edgar Allan Poe, sadece korku edebiyatının değil; nasıl söylenir bilemem, fakat bir janra indirgenemeyecek denli büyük, o denli edebiyatın özünde ikâmet eden bir yazar.

Longlegs’in polisiye-korku temasının nisch örneklerini, bu öykülerde bulmak zor değil. Şahsi favorilerimiz: Tabii ki Gammaz Yürek, Usher Evi’nin Çöküşü ve Morgue Sokağı Cinayetleri. Bunlar nispeten bilinenler… Fakat bir de bonus gerekli: Aksak Kurbağa.

Bu kitaplara da göz atın:
Stephen King – Kan Varsa
Thomas Harris – Kuzuların Sessizliği
Tana French – Ormanın Derinliklerinde Bir Şey Var

THE ZONE OF INTEREST

The Zone of Interest, izleyiciyi rahatsız edici bir şekilde Nazi dönemi ve soykırımı tekrar hatırlatan, ama bunu tamamen farklı bir bakış açısıyla ele alan bir yapım. Film, “kötülük” kavramını ve insanın sıradan bir yaşam içinde bile korkunç şeylere nasıl tanık olup buna sessiz kalabildiğini sorguluyor. Soğuk, mekanik ve tuhaf bir kayıtsızlık hâkim filme – bu yönüyle gündelik hayatın sıradanlığına mevcut kötülüğü işleyebilmekte muazzam bir başarıya sahip.

Üstelik…

Filmin yönetmeni Jonathan Glazer, Oscar Töreni’nde yaptığı kabul konuşmasında Gazze’deki savaşı dile getirdiği için (Glazer’ın kendisi de Yahudi olduğu için bu konuşma daha bir anlam kazanıyor) kimilerinde takdir toplamış, Auschwitz’in sorumlularının günümüzdeki haleflerinceyse (kim-olduklarını-bilirsin-sen) eleştirilmişti.

Eğer The Zone of Interest’ı sevdiyseniz ki aksi pek mümkün değil gibi duruyor; tabii ki Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı‘na göz atmanızda fayda var. Arendt, Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yargılandığı süreçte gözlemlemiş, onun sıradan-basit bir bürokrat olmasını, kötülüğün “olağan” halini sorgulamıştı. Filmde, soykırımın yakınında olan fakat duygusal ya da ahlaki bir tepki vermeyen karakterlerin portresi, birebir Arendt’in analizleriyle örtüşüyor. Arendt, sanki on yıllar öncesinden bir karakter portresi çizip filme koymuş gibi bariz bir ilişki var ortada.

İlgisiz bir isimden, pek alakadar bir cümleye referansla bitirelim o hâlde yazıyı; Mehmet Âkif’le: Allah bu millete bir daha Kötülüğün Sıradanlığı’nı yazdırmasın.

Bu kitaplara da göz atın:
Viktor Frankl – İnsanın Anlam Arayışı
Anne Frank – Anne Frank’in Hatıra Defteri
Antony Loewenstein – Filistin Laboratuvarı