MUBI

Yeşilçam dönemi ne zaman kapandı? Kimileri için seks filmleri furyası patladığında, kimilerine göre 12 Eylül sabahında, benim de aralarında bulunduğum iflah olmaz Yeşilçam romantikleri içinse Atıf Yılmaz öldüğünde. Kolektif hafızamızda Atıf Yılmaz’la ilgili birçok yanılgı var, bunların başında doğum yılı, yeri ve etnik kökeni gibi temel biyografik bilgiler geliyor. 9 Aralık 1926’da Elazığ’ın Palu ilçesinde doğan Atıf Yılmaz, sonrasında Mersin’e göç eden Kürt bir ailenin çocuğu. Atıf Yılmaz, Yeşilçam’ın hakkı yeterince verilmeyen senaristlerinden ikinci eşi Ayşe Şasa’nın kendisiyle dalga geçmek için kullandığı tabirle “asimile Kürt”. Ki Şasa da büyük Kürt ailelerinden Bedirhanilere mensup biri. Kürt kimliği, eserlerine yansımayan folklorik bir öğeye dönüşse de Yaşar Kemal ve Yılmaz Güney gibi diğer Kürt sanatçılarla yakın dostluk kurmasında etkili olmuş. Kolektif yaratıcılığa inanan, etrafına hep kalabalık bir ekip toplayan ve büyük sofraların müdavimi olan Atıf Yılmaz’ın bu yönünü de köklerine bağlamak mümkün. Atıf Yılmaz’a dair büyük bir yanılgımız daha var lakin bunun kaynağı, kendisine “sinemamızın en genç yönetmeni” unvanını kazandıran (soran olursa unvanı siz verdiniz) zihinsel ve sanatsal tazeliği. Filmografisinin son kısımlarına veya Müjde Ar’la olan iş birliğine bakınca Atıf Yılmaz’ın kariyerine çok geç dönemde başladığı, Zeki Ökten ve Yavuz Turgul gibi isimlerle “çağdaş” olduğu yanılgısına kapılabiliriz fakat Yılmaz, sokağa Yeşilçam tabelası asıldığı günden beri sektörün içinde. Yavuz Turgul sütten yeni yeni kesilirken Zeki Ökten ve Erden Kıral sıbyan mekteplerinde top sektirirken Atıf Yılmaz senaryo yazmaya başlamıştı. İlk filmi Kanlı Feryat’ı 1951’de, son filmi Eğreti Gelin’i 2005’te çeken Atıf “Scorsese kalk büyüğün geldi” Yılmaz, her aşamasında ve her bir köşesinde yer aldığı Yeşilçam’ın ta kendisiydi. Yeşilçam yönetmenleri birer birer sahneden çekilirken Atıf Yılmaz’ı yarım asır boyunca sektörde tutan ana unsur kendisini, çevresini, zihnini, sinemasını sürekli yeniliğe ve değişime açık tutmasıydı. Yenilikçiliğinin zirve yaptığı dönem de Yeşilçam’ın üstüne toprak atıldığı, kendisinin 60’ına merdiven dayadığı 1980’ler üstelik. MUBI, Atıf Yılmaz’ın en açık fikirli dönemine “Hadi bir de Müjde Ar’ın yer almadığı filmlerle bakalım” dercesine farklıbir seçki yapmış. Seçkideki bir Yeşilçam parodisi olan Arkadaşım Şeytan’ı (1988) hiç sevmiyorum; Mine (1982), Bir Yudum Sevgi (1984) ve Kadının Adı Yok’la (1988) aram ortadan hâllice; Hayallerim, Aşkım ve Sen’i (1987) gayet seviyorum ama o Değirmen (1986) yok mu Değirmen, abartmadan nasıl diyeyim ki hem 80’lerin hem Atıf Yılmaz’ın en iyi filmi.

PRIME VIDEO

Hazır Atıf Yılmaz’ın gençliğinden konuya girmişken büyük oyuncuların gençlik ateşleriyle arzıendam ettiği filmleri, sırf o hâllerini görmek için izlemeyi seviyor musunuz? Ben seviyorum, suçlu zevklerim arasında oyuncuların ilk kez perdede göründükleri, bu mümkün değilse de ilk kez ciddi bir rolde yer aldıkları eserleri izlemek var, isterse 40 yaşında olsunlar. Film iyiymiş, kötüymüş pek ilgilenmiyorum. Prime Video, Gladyatör 2’yi tek başına sırtlayan, siyah oyuncular için kıbleye dönüşen Denzel Washington ile mimiklerin efendisi Jim Carrey’in erken döneminden iki eseri kataloğa ekledi. Bir Bob Dylan şarkısından ismini alan The Mighty Quinn (1989), film eleştirmenliğinin kutbu Robert Ebert’in tarifiyle “bir casus gerilim filmi, bir arkadaşlık hikâyesi, bir müzikal, bir komedi ve insan doğası hakkında bilge bir yapım.” Jamaika’da geçen bir Bond parodisi denebilecek The Mighty Quinn’i o yılın en iyi filmlerinden biri ilan eden Roger Ebert kadar beğendiğimi söyleyemeyeceğim; otobiyografisinde filmi izlediğini belirten ve tadında seven Bob Dylan’a daha yakınım. Beyazlar içinde dolanan, capoeira yapan, yaşı 35 olsa da gencecik duran ve henüz ünlenmemiş bir Denzel Washington’ı izleme fırsatı karşısında güçlü kalamıyorum sadece. Diğer eser de Jim Carrey’in sinemadaki ilk başrolü, Once Bitten (1985). Once Bitten seksenlerin gençlik komedilerini vampir külliyatıyla harmanlayan, 23 yaşındaki Jim Carrey’nin mimikleri ve esnek bedeni ile Laureen Hutton’ın şuhluğuna sırtını yaslayan parlak bir komedi. Her gençlik komedisi gibi bayatlayan yönleri olsa da sırf 400 yaşındaki Kontes’in deli saçması klanı için bile izlenir: Dolabından yüzyıllar önce çıkan siyah gay vampir, Birinci Dünya Savaşı veteranı vampir, Konfederasyon askeri vampir, Çiçek Çocuk vampir, ikiz vampir… Bir oyuncunun değil de bir karakterin erken dönemine şahit olmak istiyorsanız, sinemada çizgi roman patlaması yaşanmadan önceki masumiyet çağında çekilen, Albert Pyun’un kâh çocukça kâh çocuksu Captain America’sı (1990) Prime Video kataloğuna eklendi. Cyborg türünün öncüsü Albert Pyun hakkında bir kitap yazan Justin Decloux’un söylediğine göre, bu filmin hiç yayımlanmayan, olay örgüsü ve kurgusu çok farklı, Red Skull’a bile şefkatle bakan enfes bir yönetmen kurgusu varmış! O versiyon gün yüzüne çıkana dek bu filmin içindeki parıltılı küçük anlara tutunun. 

NETFLIX

Eğer blues seviyorsanız 20. yüzyıl başlarında, ABD’de, özellikle de güneyinde olmadığınıza şükredin çünkü koyu dindarlar tarafından “Şeytan’ın müziği” addedilen blues, her türlü kötülüğün sebebi olarak görülürmüş. Biri attan mı düştü, başka birisi kötü yola mı saptı, beriki ötekini mi bıçakladı? Sebebi basit: Dinlediği Şeytan müziği. Mississippi’de şehir şehir, köy köy, tarla tarla dolaşarak gitarını tıngırdatan “gizemli” Robert Johnson’ın hayat öyküsü, blues’a dair tuhaf hikâyelerin kesiştiği bir kavşakta duruyor. Vasat bir müzisyen olan Robert Johnson’ın ortadan kaybolduktan sonra büyüleyici bir ses ve sihirli parmaklarla geri dönmesi mi, şarkılarını mezarlıklarda söylemeyi tercih etmesi mi yoksa Kurt Cobain, Jim Morrison, Jimi Hendrix gibi büyük isimlerin de kaydolacağı 27’ler kulübünün kurucusu olması mı mitleri pekiştirdi, kestirmek güç. Ancak efsane, gerçeğe üstün geldi. Devil at the Crossroads, hakkında çok az bilgiye sahip olduğumuz, ardında yalnızca iki fotoğraf karesi bırakan Robert Johnson efsanesini irdeliyor. Blues cepte, peki folk müzikle aranız nasıl? Sizi bilmem ama Şilililer; Ercan Kesal, Keskinli Hacı Taşan’ı ne kadar seviyorsa kendi halk ozanları Victor Jara’yı o kadar severler. 1970’te, dünya tarihinde sandıkla başa geçen ilk Marksist devlet başkanı Allende’nin seçilmesinde Victor Jara’nın şarkılarının ve desteğinin büyük payı vardı. Bu nedenle, Şili’nin “ikinci bir Küba” olmasından korkan ABD marifetiyle düzenlenen 1973’teki askeri darbede sadece koltuğu terk etmeyen Allende değil, şarkılarıyla işçi sınıfının ve halkın sesi olan Victor Jara da öldürüldü. Jara’nın, darbe esnasında bir toplama kampına dönüştürülen Şili Ulusal Stadyumu’nda işkenceyle öldürülmesi Şili ve müzik tarihi için büyük bir trajedi. Massacre at the Stadium da Jara’nın ölümünü ve eşi Joan’ın yarım asırlık hukuk mücadelesini aktarıyor. Aslında bu iki belgesel Netflix’teki ReMastered koleksiyonunun bir parçası. Soul müzisyeni Sam Cooke’un 33 yaşındaki ölümünü sivil haklar mücadelesiyle ilişkilendiren teorileri inceleyen The Two Killings of Sam Cooke koleksiyonun öne çıkan işlerinden. Koleksiyonun bir parçası da kamplara bölünmüş anavatanı Jamaika’da, halka dertlerini unutturmak için konser düzenlemek isteyen Bob Marley. Who Shot the Sheriff?, politik çekişmenin ortasında kalan Marley’e 1976’da düzenlenen suikastı anlatıyor. Müziğini seviyorsanız doğru adrestesiniz.