Robert Redford 89 yaşında hayata veda etti. Bir aktörün ölümü çoğu zaman sadece filmleriyle hatırlanır ama Redford’un hikâyesi perdeden çok daha geniş bir yere yayılıyor. 60’larda Hollywood’un “yeni gerçekçilik” döneminde, sarı saçları, kusursuz yüzü ve o alaycı gülümsemesiyle sahneye çıktığında eleştirmenler bile “çok yakışıklı olmak”la suçlamıştı onu. Ama Redford güzelliğini rolüne kalkan etmedi; tam tersine, derinliği ve samimiyetiyle popüler yıldızla saygın oyuncu arasındaki çizgiyi belirsizleştirdi. “Butch Cassidy and the Sundance Kid”, “The Sting” ya da “All the President’s Men” gibi filmler yalnızca gişede değil, hafızalarda da kazılı kaldı.

Yıldızlığa saplanıp kalmadı. 1980’de yönetmenliğe geçti ve ilk filmi “Ordinary People” ile Oscar kazandı. Ardından yıllarca sinemanın kamera arkasına da yön verdi; ama esas büyük hamlesi bağımsız sinemaya açtığı yol oldu. Utah dağlarında kurduğu Sundance Film Festivali, genç yönetmenlerin sesini duyurması için dünyanın en önemli sahnelerinden biri hâline geldi. Quentin Tarantino’dan Steven Soderbergh’e, Kelly Reichardt’tan Chloé Zhao’ya kadar bir kuşak, o festivalde görünürlük kazandı. Redford, Hollywood’un sistemine karşı sinemanın vicdanını örgütledi desek abartmış olmayız.

Üstelik sadece beyazperdede değil, gerçek hayatta da bir duruşu vardı. Çevre hareketlerine verdiği destek, Keystone XL boru hattına karşı yürüttüğü kampanyalar, sanatçı kimliğinin aktivizmle birleşebileceğini gösterdi. “Yıldız” denen şeyin ışığını paylaşmayı bilen biriydi. Son yıllarında “All Is Lost” gibi tek kişilik bir dirayet filmiyle oyunculuk disiplinine saygı duruşunda bulundu; “The Old Man & the Gun” ile de perdeye hafif bir tebessüm bırakarak veda etti.

Robert Redford geride yalnızca posterlerdeki o kusursuz yüzü değil, bağımsız sinemaya açılmış bir yol, genç yönetmenlere bırakılmış bir miras ve hâlâ ışığını yansıtan bir pusula bıraktı.