1.

Alice de bir tavşanın peşine takılmıştı.

Maceralar böyle başlar: Kahramanımıza birileri gelir ve onu bir maceraya davet eder. Harry Potter‘da Hagrid’di Hogwarts’a davet eden; Yüzüklerin Efendisi‘nde kapıyı çalan Gandalf’tı; Matrix‘te Neo yine “Beyaz tavşanı takip et” mesajıyla çağrılmıştı. Şimdi önümüzde trambolinde zıplayan tavşanlar ve elinde bilet tutan bir kanguru var. Maceramız henüz başlıyor.

Bir video. Bir yaşlı teyze, elindeki telefonu torununa gösteriyor, dans eden kostümlü kediler var videoda. Torunları bunu komik bulup kayıt altına alıyorlar, torunlar akıllı ve her şeyin farkında, başka çalışıyor kafaları – kostümlü kedilere inanmıyorlar. İnanan yaşlılarsa komik. Medya okur yazarlıkları yok, gerçekle sahteyi ayırt edebilecek idrakle donatılmamışlar.

Bizim neslin sınavı bir kanguru ve trambolinde zıplayan tavşanlarla başladı. Ben de kanguruya inananlardanım, sonrasında, trambolinde zıplayan tavşanlar için nasıl da heyecanlanmış, bir arkadaşımın “yapay zekâ bu” mesajıyla kendime gelmiştim. Yavaş yavaş yaklaşıyorlar, teknoloji bizi “Hasta la vista, baby” diyen kaslı robotlarla değil, tavşanlarla tehdit ediyor. Ah, yapay zekâ dedikleri şu meret işimizi, aklımızı elimizden alacak, bizleri kedili videolara inanan yaşlı teyzelere çevirecek, her birimizi. Fakat asıl sorun biraz daha büyük.

Sorun, tavşanların peşine takılmakta değil.

2.

Walt Disney’in hayalindeki tema parkı yapması sadece bir yıl sürdü. Tema parkın tüm inşaatını baştan sona tek başına denetleyerek hiçbir detayın atlanmamasını sağladı. Bir yıl boyunca, kapıdan giren misafirlerin onlarca yıl boyunca deneyimleyeceği bir dünya yaratmak için titizlikle çalıştı. Disneyland’in “gelmiş geçmiş her Amerikalı’ya hitap edeceğini” söylüyordu. Hayal gücünün erişebileceği en üst mertebe; sıcaklık, nostalji, illüzyonlarla dolu; rengârenk ve eğlenceli bir mekân. En büyük trenlere o sahip olmak istiyordu, bütün oyuncakların her biri için devasa alanlar tasarladı, uçsuz bucaksız kocaman bir arazide. Kendisine bir ev de yaptı, itfaiye istasyonunun hemen üstünde. Sabahları park açılmadan, kimseler yokken ortalıkta, Disneyland’in içinde arabasını sürüyor, ihtimal etrafa bakıp kendisiyle gurur duyuyordu.

Şimdi, içeri girmek için insanların günler öncesinden rezervasyon yaptırdıkları, yine de şezlong bulabilmek için erkenden kapısına vardıkları bir beach’te, deniz olma vasfından tümüyle arındırılmış ve bir havuz haline getirilmiş sudan çıkmış şezlongumda uzanırken, etrafımdaki insanlara, verdikleri giriş ücreti yiyeceklerinden düştüğü için abuk sabuk kesilmiş meyveler yiyen, yediklerinin fotoğrafını çeken ve fotoğraflar çekilen şu insanlara bakıyor ve düşünüyorum: Disneyland daha gerçek, Mickey Mouse kostümünün içinde biri var.

3.

1960’ların sonlarında, televizyonların ışıkları evleri doldururken, reklamlardaki parlak görüntüler çocukların gözlerinde yeni bir dünyanın işaretlerini yakarken, Richard Brautigan sevdiği kadını “her bir kasabaya ulaşan elektrik” imgesiyle anlattıktan sonra, Baudrillard  dünyaya yeni bir kuram öneriyordu. Sonraları “Simülasyon Kuramı” adını alacak bu kuramın adını dahi kendisi koymamıştı; okurlarının ve diğer düşünürlerin ısrarıyla zamanla kabullendi. Çünkü bir şeyin adı varsa, artık o şey vardır ve dolaşıma girmiştir. Cool kelimesinden önce Türkiye’de cool insan yoktu, Gülay Göktürk söylemişti.

Baudrillard aslında kökeni itibariyle bir Marksist’ti. Düşünsel formasyonu Marx’tan beslenmiş, eserlerini de o disiplinin gölgesinde yazmaya başlamıştı. Ancak gördüğü manzara, Marx’ın tasvir ettiği üretim dünyasının çoktan değiştiğiydi. Fabrikaların dumanı tütüyordu evet, fakat üretim artık toplumsal hayatın merkezinde değildi. Onun yerine göstergeler ve imajlar hayatı belirlemeye başlamıştı. Kapitalizm, kendi içinde bir mutasyon geçirerek üretimden kopmuş, kendisini simgeler ve imajlar üzerinden yeniden kurmuştu. Üniversitede genç sayılacak bir öğrenciyken Baudrillard’ı okuduğumda heyecana kapılmış, aklımdaki soruları sormak için çevirmeni Oğuz Adanır’ın kapısını çalmıştım.

Baudrillard bu yeni evrede, üretimden doğan kültürel, politik ve ideolojik yapının çöktüğünü, artık yerini medya tarafından üretilmiş işaretlerin aldığını söylüyor. Fabrikalara bakmayın diyor; asıl sahne artık televizyon ekranlarında, reklam panolarında, sinema salonlarında.

“Simülasyon Kuramı” işte bu değişimi açıklamak, yakalamak, çözümlemek ve eleştirmek için doğdu. Baudrillard’ın kitapları birer uyarı işareti gibiydi: Gerçek tamamen göstergelerden ibaret hale gelmişti. O televizyon örneğini verirdi, bugün sosyal medya televizyonun bıraktığı yerden çok daha ileri gitmiş durumda. Televizyonun görüntü bombardımanı, sosyal medyada parmak hareketine bağlı sonsuz bir akışa dönüşüyor. Bir videoya, bir fotoğrafa, bir story’ye maruz kalıyor, sonra anında yenisine geçiyorsun – düşünmeye, mesafe koymaya fırsat yok. Üstelik televizyon tek yönlü bir akıştı, ama sosyal medya o akışa kitleyi de dahil ediyor. İmgeyle aradaki mesafe eridi. Baudrillard sosyal medyayı ucundan yakaladı, yapay zekâyı göremedi. İmgelerin öznelere “gel gel” yapması konusunda neler söylerdi, kim bilir? Fakat elinde bilet tutan kanguruyla ya da trambolinde zıplayan tavşanlarla ilgili ne söyleyeceği konusunda, bir fikrim olduğu söylenebilir.

Çünkü Baudrillard, Walt Disney’in içinde gururla dolaştığı Disneyland’i illüzyonun en üst mertebesi olarak görüyordu. Üstelik sadece bu da değil; onun için Disneyland, ABD’nin sahteliğini örtmeye yarayan bir araçtan başka bir şey değildi. Şöyle diyordu, kabaca: Disneyland aslında Amerika’yı gizlemek için var ve gizlemeye çalıştığı şey şu: Gerçek Amerika zaten Disneyland’in ta kendisi.

Ah, OM Paparazzi’yi görmeliydi. [Bu bir reklamdır.]

4.

Truman Show’un finalinde, Truman kendisini gerçek dünyadan ayıran sanal dünyadan kurtulmaya çalışır. Reality show’un izleyicileri, gözyaşları içinde, Truman’ın cefakâr deniz seyahatini izlerler. Finalde, dünyaya doğru yolunu merdivenleri tek tek adımlayıp arşınlarken, filmin seyircileri olan bizler de duygulanırız. Şovun yönetmeninin sesi, tüm bu hengamede kaybolur: Benim senin için yarattığım dünyanın dışında daha fazla gerçeklik yok.

Truman’ın içinde bulunduğu reality show, bu yönüyle Disneyland’ten farksızdı. Asıl illüzyonlarla dolu dünya, tıpkı içinde yaşadığımız ve Baudrillard’ın da önerdiği gibi, göstergelerden ibaret dünyaydı. Nasıl ki Disneyland Amerikanları ondan çıkıp vardıkları dünyanın gerçekliğini gizlemek için kurulmuş bir caydırma makinesinden başka bir şey değildi, Truman’ın dünyası da izleyenleri içinde bulundukları dünyanın gerçekliğine ikna için vardı. Yönetmenin “Daha fazla gerçeklik yok” haykırışı boşa değildi.

Şu aralar, trambolinde zıplayan tavşanlarla bir kez daha düşmüşken yapay zekânın tuzağına, zihnimde tek bir fikir dolaşıyor: Yaşlı teyzeleri videoya çeken, dans eden kedi videolarına kanmış olmalarını alay konusu yapanların Truman’ın finaline sevinenler olduğu fikri. Öyle ya, Disneyland sahteyse diğer her şey gerçektir; haliyle trambolinde zıplayan tavşanlardan, dans eden kedilerden, elinde biletle kapıda bekleyen kangurudan elimize kalan, onların dışında kalan her şeyin gerçek olduğu yanılsamasından başka bir şey değildir. Üretilen türlü yalan haberlerin gündem olmaması, fakat kanguruyu artık herkesin bilmesi tesadüf olamaz.

Walt Disney, Disneyland’i “La Sagrada Família” gibi hiç bitmeyecek, dahası genişleyerek kendini her daim yenileyecek bir mekân olarak tasarlamıştı. Uçsuz bucaksız, yeni illüzyonlar üretmekte mahir, devasa bir illüzyon makinesi. Trambolinde zıplayan tavşanlar, Disneyland’in dışına çıktığımızda gördüğümüz her şeyi bize gerçek sandırabilir. Elimizde olan tek direnişse elinde bilet olan kanguruya, trambolindeki tavşanlara, kostümlü kedilere inanmaktır belki. Ellerinde telefon, torunlarına birbirine sarılmış salatalıkları, kostümlü kedileri, “Başarılı bir ameliyattan çıktık, bizi tebrik edin” diyen hiç var olmamış doktorları gösteren yaşlı teyzeler; tek gerçek onlar. Birkaç saat geçirdiğim o beach’ten, akışın içinde dolaşan onlarca imgeden , gerçekle bağı tamamen kopmuş göstergelerden elimizde kalan bu: Mickey Mouse kostümünün içinde hâlâ birileri var.