Sevgili Gabo,

15 Ekim 2012. Kırmızıya çalan bir pazartesi. Senin Mexico City’de hasta yattığın ve artık yazı yazamadığın haberleri geliyor. Ama yaşlılık belleğini mi siliyor, yoksa zaman denen hırsız parmaklarındaki gücü mü çalıyor, o belli değil. Yarattığın roman kahramanları yatağının baş ucuna oturmuş, odana dalmaya çalışan Azrail’i geri gitmesi için ikna etmeye uğraşıyor. Aşk ve Öbür Cinler’den Cayetano Delaura, İyi Kalpli Erendira’nın koluna girmiş, onu teselli ediyor. Labirentinden çıkıp gelen bir general, Albay Aureliano Buendia’ya sen ölürsen Macondo’nun “yüzyıllık yalnızlık” duygusundan kurtulup kurtulmayacağını soruyor. Dışarıda “yaprak fırtınası” var. Sen terledikçe Magdanela Irmağı’ndan süzülmüş serum veriyorlar kolundan. Hepsi birden fısıldıyorlar kulağına, “Anımsa Gabo, ölümden çok yaşam sınırsız olan, sen böyle yazmamış mıydın? Unutma, sen büyülü sözcükleri nefeslendiren yazar Gabriel García Márquez’sin. Ölümün soğuk sarayına bu kadar erken çekilmemelisin.” Meksika’da bütün bunlar olurken biz Paris’te Montmartre’taki Junot Caddesi’nin köşesindeki bir binanın kapısında Gülden’le kalakalmışız. Büyük oğlun Gonzalo’nun evinin önündeyiz. Bizi büyülü bir gerçekliğe götüreceğini umduğumuz kapının önünde çaresiziz. Kapıda ne zil düğmeleri ne de isimler var! Gördüğümüz, yalnızca apartman sakinlerinin bildiği, giriş şifresini yazarak içeri girmemizi sağlayacak elektronik bir pano. Seninle bizim aramızda bağlantı kurabileceğine inandığımız için İstanbul’dan kalkıp Gonzalo’nun evine kadar gelmişiz ve bilmediğimiz rakamlardan oluşan bir şifre bizi sokağa mıhlamış. Şifre harflerden oluşsaydı ne yapar eder çözerdim ben ama rakamlara karşı yenilgi kaçınılmaz! Büyük Kanatlı Çok Yaşlı Bir Adam adlı öykünün bir bölümünü senden el yazınla almak ve “Esin Perisi Müzemiz”e ekleme hayalimiz sonsuzluğun sularına mı gömülüyor? “Evet, sonbaharın avucunu yalayın siz!” diyor bir esintiyle sürüklenerek yanımızdan geçen yaprak. Kendini yere bırakmış bir yaprak tarafından umudumuzun süpürülmeye çalışılmasını içime sindiremiyorum. Başımı arkaya çevirip sokağın karşısındaki binalara bakıyorum öylesine. Gözüm bir emlak ofisi tabelasına takılıyor. Gülden’le içimize bir şey doğmuş gibi yürüyoruz oraya doğru. Hâli vaktimiz Paris’te bir ev kiralayabilecek ya da satın alabilecek bir durum arz etmese de içeriye giriyoruz. Ofisi, önlerindeki dosyalarla sevişir gibi sarmaş dolaş olmuş güzel kokan kadınlar doldurmuş. Sen olsaydın yanımızda, içlerinden birinin üzerine doğru eğilir, gözlerini kapar, burnunu kadının saçlarına gömer ve Kolera Günlerinde Aşk’ta yazdığın gibi “ilkbahar indirimli satışlarının daha ateşi küllenmeden, Bazar de la Charite parfümerisinden, onca koku arasından seçtiği bir koku bu.” derdin. Bense yalnızca “Bir dakikanızı alabilir miyim?” diyorum ve orada, Paris’te, yeryüzünde, Samanyolu’nda ve bu evrende bulunma nedenimizi anlatıyorum platin sarısı saçlı kadına. Sözlerimi hayretle dinliyor ve “Bir dakika…” diyor arkadaşlarına. Ayağa kalkıyor. “Ne iş?” der gibi hepsi ona bakıyor. Şık bir Fransızdan beklemediğimiz bir tavırla kalkıp bizimle dışarıya çıkıyor, sokağı geçiyor ve oğlun Gonzalo’nun evinin kapısının önüne geliyor. Şifreli panoyu görünce, bu kez “Burada bekleyin!” deyip emlakçıya geri gidiyor. Birkaç dakika sonra döndüğünde, elindeki küçük kâğıda yazdığı şifreyi kodluyor ve kapıyı bize açıyor. Şaşkınız “mavi köpeğin gözleri” kadar. “Şifreyi nereden biliyordunuz ki?” diye gevrek ağızla soruyoruz. Gülümseyerek, “Bay Garcia Barcha’ya ben sattım dairesini!” diye yanıtlıyor. Nasıl teşekkür edeceğimizi bilemiyoruz.

Gülden, “Çantamda bir kutu fıstıklı lokum, Ege işi dantelden bir kolye ya da büyük bir nazar boncuğu olsaydı da şu kıza verseydim…” diye düşünüyor. Gülden’in dünyanın sekizinci harikası olan çantasındaki kuş şeklindeki renkli makası, bir Fransız tasarımcının icat ettiği ayakkabı çekeceğini, taşırken kırılan melek heykellerimizin kanatlarını onarmakta kullandığı Japon yapıştırıcılarını, gökyüzüne yazı yazma yeteneği olan kalemleri, parklardaki sincaplara vermek için taşıdığı küçük fındık torbasını ve diğer “acil yardım” ekipmanlarını anlatmayı başka bir yazıya bırakıyorum. Ama eklemeden edemeyeceğim: Bir gün çantasından küçük bir vinç çıkarırsa hayrete düşmeyeceğim! Bu kadın bir mucize! Ama şu anda kısa bir şok içindeyiz çünkü karşımıza ikinci bir kapı çıkıyor. Omzumu okşuyorum ama Allah’tan zil panosu var bu kez. Üzerinde oğlunun adı olan zili çalıyoruz. Beş on saniye geçmeden Florentina Ariza’nın fermuarı gibi cırt diye açılıyor kapı. Merdivenlerde bir kurt köpeğiyle 9-10 yaşlarında bir çocuk beliriyor. “Gonzalo’ya mı geldiniz?” diye soruyor, “Evet, “diyoruz. “Gelin!” anlamına gelen bir baş işareti yapıyor. Ekin tarlasına yönelmiş mutlu çekirgeler gibi zıplayarak senin torununu takip ediyoruz. Salondaki koltuklara yerleşiyoruz.

Duvarlar tanıdık: Fotoğraflardan birinde, sen, eşin Mercedes, Gonzalo ve küçük oğlun Rodrigo bir yumak olmuşsunuz. 60’ların sonu, yer Barcelona. Yüzlerinizde sevgi bayrakları dalgalanıyor. Sen henüz Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmamışsın. Stocholm’deki törene katılan smokinli beyefendilerle boyunları mücevher dolu hanımefendilerin karşısında, içinde dilsiz albatrosların, Pablo Neruda’nın, şeytansı diktatörlerin, “İnsanın sonunu kabul etmeyi reddediyorum” diyen Faulkner’ın ve şairlerin ve dilencilerin ve anlatılmaz acıların da geçtiği ünlü konuşmanı yapmamışsın. Bizse şimdi tüm bunların kıyısında, Gülden’le birbirimize bakıyoruz. Gözlerimizde aynı soru var: Biz şimdi Gabriel García Márquez’in oğlunun Paris’teki evinde miyiz? Üstelik iki davetsiz misafir olarak! Derken kurt köpekli torunun yanında ağabeyiyle geri geliyor. Biraz sonra onlara gelinin Pia da eklenecek, tedirgin bir merak içinde ama gülümseyerek… O inanamaz bir yüzle bize bakarken hikâyemizi anlatıyoruz. Ben sözün arasında, Pia’ya bir Türk şairin, Attila İlhan’ın da Pia adında bir şiiri olduğunu ama bu adı bir kadından değil, Pakistan Havayolları’nın kısaltmasından esinlenerek bulduğunu söylüyorum. Gülden bana, “Kadının kafasını allak bullak ettin!” der gibi bakıyor ve Pia’nın bulanmış kafasını berraklaştırmak için onları ailece Türkiye’ye davet ediyor. Pia, “Ne iyi olur!” diyor. Sonra derdimizi onun kulaklarının içine döküyoruz; kayınpederi Gabriel García Márquez’in bir öyküsünden bir bölümü el yazısıyla yazmasını rica ettiğimizi ve bu metni açacağımız “Esin Perisi Müzesi”ne koyacağımızı… “Gonzalo’yla konuşmak gerek,” diyor Pia, “o şimdi derste. Akşam gelecek. Kendisine söylerim.” İki gün sonra, Paris’te Niki de Saint Phalle’ın Stravinsky Meydanı’ndaki ateş kuşu heykellerinin çevresinde fır dönerken telefon çalıyor. Gonzalo arıyor, ona dilim döndüğünce isteğimizi anlatıyorum. Merakla dinliyor, “Bu” diyor, “imkânsız görünüyor. Ne yazık ki babam hasta ve eli kalem tutamıyor. Bir paragraf yazı yazması mümkün değil!” Bildiğim bütün Márquez kitaplarındaki harfler Stravinsky Meydanı’ndaki fıskiyeli havuza dökülüyor. Hayal kırıklıkları olarak bulanık suda yüzüyorlar; bazıları boğuluyor, bazı sözcükler birbirine karışıyor. Márquez’den el yazısını alamayacağız diye içimden “kayıp denizciler”in gözleri boşalıyor. “Yine de” diyor Gonzalo, “elimden gelen çabayı göstereceğim. Bana babamın yazmasını istediğiniz metni gönderin…” Paris’ten İstanbul’a boynumuz bükük ama üzerine toz şeker serpilmiş küçücük bir umutla dönüyoruz. 20 gün sonra arıyor Gonzalo ve ne yazık ki babasının istediğimiz yazıyı yazamayacak kadar hasta olduğunu söylüyor bir kez daha. Son toz şekeri kristallerimiz de eriyor. Ama her zaman “inanılmaz bir mucize” olarak gördüğüm Gülden, senin Kolera Günlerinde Aşk kitabına bütün dünya dillerindeki baskılarının koleksiyonunu yapacak kadar hayran bir okur olarak bu işin peşini bırakmıyor. Gonzalo ve ailesiyle kurduğumuz dostluğun adına ve bir de onlara Türkiye’yi sevdirmek için inatçı bir keçi gibi kargocular, postacılar, mail kutuları arasında mekik dokuyor aylarca. Pia’ya gönderdiği, içlerinde hediyelik eşyalar olan kargolar kaybolup duruyor, onları hafiye gibi buluyor. İşlerini doğru dürüst yapmayan uluslararası kargo şirketlerine elinde harflerden yapılmış kılıcıyla savaş açıyor ve kazanıyor. Sonunda Pia Gülden’in gönderdiği lale motifli şalı boynuna, turkuaz taşlı yüzüğü parmağına mutlulukla takıyor ve günlerce onlarla dolaşıyor. Gonzalo ise Turkey Over The Rainbow adlı kitabımızdaki yazı ve fotoğraflarımıza övgüler yağdırıyor. Biz de mutlu oluyoruz ama şimdilik düşlerimizde var olan Esin Perisi Müzemiz senin yazından yoksun. Gonzalo, “Biliyorsunuz, ben grafik tasarımcısıyım, o metni ben yazayım, hem de özel bir yazı tarzıyla.” diyor bizi teselli etme inceliğini göstererek. Biz “İlle de Gabo yazsın!” diye arsızca ısrar ediyoruz. Üstelik istediğimiz, koca bir paragraf senden. O günlerde senin bedenindeki ölümcül virüsler Latin Amerika’nın kanını emen sömürgeciler gibi damarlarında giderek daha büyük bir hızla dolaşıyor. Sağlığının kötüleştiğine ilişkin haberler çıkmaya başlıyor internette. Biliyoruz ki iyi olsaydın sen, parmakların güçten düşmeseydi, yazımızı yazar, sarı kelebeklere verir, mutlaka yollardın bize. Ya da Yüzyıllık Yalnızlık’ta Güzel Remedios’u çarşaflara dolayıp cennete uçurduğun gibi sözcükleri çarşafların üzerine yazar, Doğu’ya giden bir rüzgâra bırakırdın onları ki gelsinler bize. Bir “Esin Perisi Müzesi” yaratmak isteyen iki düş kurucudan, “kanat” sözcüğüyle dolu o paragrafı esirgemezdin. Ama öyle yapmadın! Gonzalo bizi ve tüm bu olup bitenleri sana anlattığı zaman, yardımcın Monica Alonso’ya kütüphanenin raflarındaki İyi Kalpli Erendira adlı kitabını işaret edip sana getirmesini istedin ve artık harfleri bile zor biçimlendiren parmakların titrerken bizim adımıza imzaladın: Gülden ve Akgün’e, kocaman bir kucaklamayla… Gabo. Hiç tanımadığın, yazdıklarına tutkun iki okuru sevindirmek için yalnızca… Karayipli kanından dökülen insan sıcağından… Bu yüceliğin için sana milyonlarca sarı kelebek borçluyuz. Kitabın, 4 Nisan 2013 günü, bir bahçe kapısında duran, içinde uzun süre unutulan mektupları sümüklü böceklerin yediği bir posta kutusuna, yani bize vardı. 2013’ün sonraki aylarını seni Mexico City’de hasta yatağında ziyaret etmeyi düşleyerek geçirsek de bir türlü başaramadık. Bu içimizde hep taşlaşmış bir düğüm olarak kalacak. Aralık ayında ise, benim Sinop’ta çektiğim bir fotoğrafı büyük boy bastırıp yılbaşı hediyesi olarak sana yolladık. Karşılığı, 2014’ün ilk günlerinde yardımcın Monica Alonso’dan geldi: Gülden ve Akgün… Bay Márquez hediye olarak gönderdiğiniz fotoğraf için minnettar. Çok beğendi ve çalışma odasına astı. Çok teşekkürler ve içten saygılar. Mexico City’e gelip seni görebilseydik eğer, o fotoğrafın öyküsünü anlatmak isterdim sana: Sinop’tan Ayancık’a giderken yolun 17. kilometresinde “SARIKUM” tabelasını görüp o yöne kırdım direksiyonu. Güzel şeyleri ancak ana yoldan çıktığında görebiliyor insan, öyle değil mi Gabo? Önce bir yaban atı sürüsüne rastladım. Çılgınlar gibi koşarak geçtiler yanımdan. Beyaz, uzun yeleli bir tanesi arabamın önünde şaha kalktı “Bizi rahatsız edersen senin için hiç iyi olmaz” dercesine. Kumsalın gerisindeki küçük gölde pelikanlarla karşılaştım, sevindim. Ağır beyaz gemiler gibi yüzüyorlardı. Sarıkum Plajı’na vardığımda ise içimi başka bir sevinç kapladı. Kum zambakları doldurmuştu sahili. Onları ezmeden aralarında dolaştım. Dönerken gölün kıyısındaki köyde karpuz kesti köylüler bana. Tanrı misafiri ikramsız gitmemeli diyerek… Ama benim için en büyük armağan bu fotoğraf oldu. Sanki birkaç gün önce düşüp kolunu kıran o değilmiş gibi, pencereden nasıl atladığını bana da göstermek isteyen küçük çocuğun gülüşüyle… Ben, ‘Önce kanatlarını göster bakalım!’ demesem bir kez daha atlayacaktı, biliyorum! Bu öykü böyle mi bitiyor? Sen Mexico City’de ölürken Karadeniz’in kıyısındaki ıssız bir kumsala bakan bir evin penceresinden aşağıya atlamaya hazır ve kolu belki bir önceki denemesinde kırılmış o çocuğun gülümsemesiyle dolu fotoğrafa baktın mı bir kez daha? Gözlerine ıssız bir mavilik dolarken içlerine mi atladı Sinoplu çocuk? Belki de yanına yaklaşan ve “güllerini darmadağın eden” ölüme, tıpkı Sinoplu Diyojen gibi “Gölge etme başka ihsan istemem.” demişsindir o an. Uçup gittiğinin haberini aldığımda, İyi Kalpli Erendira kitabının adımıza imzaladığın sayfasına elimi koydum ve Sinop kentine adını veren su perisi Sinope’nin o an yanında olduğunu düşledim. Ve fısıldadığını, “Merak etme Gabo, yazdıkların insanlığa sonsuza kadar can suyu verecek. Haydi ve ne olur şimdi kanatlarını dalga dalga aç…”  

Kaynak: Kafa Dergisi, Kasım 2017